12 Nisan 2011

ANADOLU TARİHİ

place here to learn-treasure place here to learn-treasure-defıne defıne defıne defıne sıgnal sıgns-solutıons-map-defıne path defıne-detector-cın-magıc-defıne search bars made-metals-charm-bury-bandit-defıne of documents-mound-tumulus-bandits- mystery of money-jewellery-defıne-archaeology-hıstory museums-ıslamıc-defıne natural stone-sculpture-news-mythology-antıque-archaeology-ancıent cıtıes-regıons-ancıent trade routes-horasan-ebced-sıgnal solutıons-defıne search-roman-byzantıne maps-green coıns only defıne to learn

DEFİNE--DEFİNECİLİK-DEFİNE İŞARETLERİ-DEFİNE İŞARET ÇÖZÜMLERİ-DEFİNE HARİTALARI-HAZİNELER-DEDEKTÖR-DEFİNE ARAMA ÇUBUKLARI YAPIMI-GPR-ALTIN-GÜMÜŞ-ELMAS-TILSIM-GİZEMLER-GÖMÜ-SİKKE-CİN-EŞKİYA BELGELERİ-MEZAR TÜRLERİ-HÖYÜK-TÜMÜLÜS-KAYA MEZARI-MEDENİYETLER-EFSANELER-DESTANLAR-BÜYÜ VE BÜYÜCÜLÜK-KEHANET-ÜNLÜ EŞKİYALAR-ARKEOLOJİ-TARİHTE PARA-TAKILAR-DOĞAL TAŞLAR-DARPHANE-MÜZELER HAKKINDA BİLGİLER-DİNİMİZ İSLAM-DEFİNE HABERLERİ-TÜRK DÜNYASI-MİTOLOJİ-HEYKEL-ANTİK MISIR-ANTİKA NÜMİZMATİK-TÜRKİYEDE ARKEOLOJİ-ANTİK BÖLGELER-ANTİK KENTLER-TARİH VE TARİHİN YARARLANDIĞI BİLİMLER-HORASAN-ÖLÇÜ VE AĞIRLIK BİRİMLERİ-ÖLÇME ALETLERİ-TARİHİ TİCARET YOLLARI-EBCED HESABI-İŞARET ÇÖZÜMLERİ-DEFİNE ARAMA YOLLARI-GİZEMLİ DEFİNERİ BULMA-HORASAN ÇÖZME-KAYA MEZARLARI- MEZAR-ROMA SİKKE-BİZANS SİKKE-GREEK SİKKE-TARİHİ ANTİK SİKKE VE PARALAR-ARKEOLOJİ VE DEFİNECİLİK ÜZERİNE HER TÜRLÜ BİLGİ DEFİNE SIRLARINDA

MÖ 10 bin-8 bin yılları arasında Batı Avrupa'da buzul çağı devam ederken, Anadolu'ya nemli, ılıman bir iklim hakim olmaya başlamıştı. Aynı durum, Mezopotamya ve Nil boylarında da oluşmuştu. Ancak bu bölgeler o tarihlerde tamamen ormanlarla kaplıydı. Anadolu'nun bazı yöreleri sık ormanlarla kaplı olsa da seyrek ormanlarla kaplı mera alanları da vardı. Buzul çağından beri devam eden göçebe toplayıcılık bu bölgelerde yerini tarım kültürüne terk etmeye başlamıştı. Anadolu'da dünya tarihinin ilk büyük devrimi başlıyordu, insanın toprakla olan dostluğu ile. İnsanoğlu ilk kez toprağın ona neler verebileceğini keşfediyor, yerleşik yaşamın olanaklarından faydalanıyordu. Yoğun emek isteyen, zor bir uğraştı bu. Bu zorlu ilişki, toprağın insanla ilişkisini anlamlandırıyor ve kutsallaştırıyordu. Daha sonraki yıllarda Ortadoğu'nun diğer bölgelerinde, Mezopotamya ve Mısır'da toprakla yaşamayı başka topluluklar da öğrenmişlerdi. Fakat bu çok kolay bir işti onlar için. Sel sonrası toprağa tohum serpiştirmek yeterli oluyordu. İklim koşullarına göre, hangi alan uygun ise oraya ekim yapılıyordu. Dolayısıyla sulu tarımda toprak değil, tohumdu önemli olan. Kerameti tohumda arayan bu topluluklar bu nedenle erkek cinsiyetli yaratıcılara tapındılar. Toprak, Anadolu'da anlamlı ve önemliydi; Toprak, ana idi.

Tarih, Anadolu'da, bir yeryüzü tanrıçası olan Ana Tanrıça ile başladı. Belki de binlerce yıl varlığını koruyan ve etkisini nesillerden nesillere aktaran bu inanç halkların mayasıydı. O, göklerde değil, yerde insanların yanı başındaydı. Dokundukları, gördükleri, kokladıkları hayranlık duydukları her şeydi Anadolu halkları için. O, sadece insanların değil; toprağın, suyun, çiçeklerin, kuşların ve böceklerin de tanrıçasıydı. Doğanın ta kendisiydi o. Bir ilkçağ çiftçisi evinin bir köşesine koyduğu Tanrıça heykelini izlerken onu görüyordu, tıpkı bir ortaçağ ermişinin aynada kendine bakarken tanrıyı görmesi gibi.

Anadolu halkları inadına, Ana Tanrıça inancını binlerce yıl nesilden nesile aktardılar. Onlar tanrıçalarını tarlalarını sürerken, vahşi hayvanları evcilleştirirken tanıdılar. Toprak, insanoğlu tohumları savura savura dağıtırken bir ana gibi dölleniyor, bereketini armağan ediyordu. Yaz yeniden doğumun, kış ise ölümün simgesiydi. Ürünlerden ayrılan tohumlar yeniden toprağa döndü Tanrıça'nın bereketi için. Anaların kutsallığı işte bu tanrısal eylemi gerçekleştirdiklerindendir. Doğurganlığı böyle algılamak ve her şeyi böylesine sevmek ne kadar güzeldi, barışın ve dostluğun temeli o zamanlarda atılmıştı herhalde.

Çatalhöyük insanı doğa sevgisini tanrısallaştırmış ve günlük yaşamının bir parçası yapmıştı. Yemek, içmek, oturmak ve yatmak için kullandıkları evler aynı zamanda kutsal alanlardı. Bu yaşam biçimi binlerce yıl değişmeden böylece devam etti. Ana Tanrıça evlerinin içinde ona ayrılmış kutsal bir alanda varlığını sürdürdü. Gömütlerin üzerine kat kat kurulan yeni kentler gün geldi terk edildi. Anadolu'nun dört bir yanında yeni hayatlar kuran halklar tanrıçalarını da yanlarında taşıdılar. Evlerin Ana Tanrıça ile kutsallaşması sanatın günlük yaşamla iç içe yaşanmasını sağladı. Çırılçıplaktı Ana Tanrıça, tıpkı doğa gibi, gerçeğin simgesiydi. Toprak heykellerinde hep doğururken görürüz onu. Bu haliyle bereketin ve çoğalmanın sembolüdür bütün analar gibi.

Erkek "gücü"nü fark edince, anasını köleleştirdi

Doğa koşulları Anadolu'da değişik bir yapılaşmaya neden olmuştu. Mısırlılar gibi atalarının topraklarını terk etmemişler, kentlerin üstüne yeni kentler kurmuşlardı. Otuz beş metreyi bulan höyükler oluşmuştu üstüste. 20. yüzyıl arkeologları dünyanın hiçbir yerinde benzer yapılara rastlamadılar. Böylesine sadık bir insan mekan ilişkisi olmadı yeryüzünde.

Ancak bir gün erkekler fiziksel güçlerinin farkına varıp da, analarını köleleştirmeye başlayınca işler birdenbire değişiverdi. Onlar sandılar işin kehaneti kendi döllerinde, sandılar ki tarladaki ürünün sırrı da tohumda. O vakit göklerde, farklı yerlerde aradılar işin sırrını, bilemediler ki tohumu da zaten toprak veriyor. Artık onlar için kutsal değerler yeryüzünde değil gökyüzünde idi. Ve tanrı mutlaka erkek olmalıydı. Ama yine de insanlar ne yerlere ve göklere sığdırabildiler tanrıyı. Onlar tanrının kendileri gibi düşünmesini, umutlarını ve kaygılarını anlamasını istediler. Hep onları ödüllendirmesini yapamadıklarını yapmasını, haksızlığa uğrayanları korumasını, suçluları cezalandırmasını istediler. Sığmadılar bu dünyaya, başka dünyalar istediler. Aslında ondan hadleri olmadan ölümsüzlüğü istediler. Onlara göre tanrıların bilinci olmalıydı ve bu bilinç kendilerininki gibi olmalıydı.

Anadolu'da buzul çağı sonrası başlayan ısınma her geçen yıl artıyor, Kızılırmak'ın serin vadilerinde yeni gelen halklar Anadolu'nun yerli halklarıyla kaynaşıyordu. Hitit İmparatorluğu ile birlikte köleci devlet anlayışı da Anadolu'da yaygınlaşmaya başlamıştı. Krallar, soylular ve rahipler diğerlerine göre daha ayrıcalıklı olan yaşamlarının bedelini kölelere ödetiyorlardı. Birçok suçun bedelini köleler hayatları ile öderken özgür insanlar, aynı suçlardan tazminat karşılığı kurtulabiliyorlardı. Kuzeyden gelen kavimlerin boyunduruğu altına giren Hatti boyları yeni ataerkil düzenin koşullarına da boyun eğmişlerdi. Kölelerin dışında zanaatçılar ve fethedilen ülkelerin insanları da imparatorluğun merkezine getirilip kralın, rahiplerin ve toprakları elinde bulunduran aile reislerinin denetiminde çalıştırılıyorlardı. Binlerce yıldır süregelen barış, yerini tanrısallaştırılmış kralların zulmüne bırakmıştı. Özel mülkiyetin yaygınlaşması ile Anadolu'da insanların başka insanlar tarafından sömürüsü de başlamış oldu.

Hitit döneminde bütün ataerkil örgütlenmelere rağmen Anadolu'da yerli halkın en çok benimsediği tanrılar; toprak, bitki verimin tanrısı Telipinu, Fırtına Tanrısı ve Güneş Tanrısı gibi doğayı simgeleyen tanrılar olmuştu. (1) Aslında Hititlerle birlikte doğa cinsiyet değiştirerek tanrısal özelliklerini korudu. Ama yine de beş bin yıldan beri dişi bir tanrıya bağlı olan Anadolu insanı, Ana Tanrıçası'na çeşitli biçimlerde tapınmaya devam etti. Ana Tanrıça, Hattiler'de Vuruşemu, Hurriler'de Hepat, Hititler'de ise Arinna'nın Güneş Tanrıçası adını taşımıştı. Geç Hitit Dönemi'nde adı Kupaba'ydı. Dinsel metinlerde Arinna'nın Güneş Tanrıçası ve Hurri kökenli Hepat birbirlerinden ayrı tanrılar olarak anlatılırlar. Hitit İmparatorluğu'nun koruyucusu Güneş Tanrıçası'nın sembolleri panter ve güvercindir. Nitelikleri doğru yargı, merhamet ve otoritedir. Hepat ise Hititler için göklerin kraliçesidir. Onu ya bir aslanın üzerinde ya da tahtında otururken görürüz. Hepat sadece Orta Anadolu halklarının değil, Torosların, Halep'in de tanrıçasıdır. Ancak bereketin sembolü bir erkek tanrıdır bu kez. Tanrı Telepinus kızgın bir şekilde şehri terk eder. Şehirden uzaklaşır ve Anadolu bozkırında kaybolur. Yorgunluktan bitkin bir şekilde yatar ve uyur. Tanrının güçsüzlüğünde, tüm ülkeyi sis kaplar, kuraklık ve açlık olur. Ocakta kütükler söner, koyun kuzusuna, inek buzağısına bakmaz. Tanrılar ise tapınakta suskundur. Bütün canlılar açlıktan ve susuzluktan kırılmaktadır. Tanrılar kaygılanır ve Telepinus'u aramaya koyulurlar. Telepinus'un şehre geri getirilmesi ve iyileştirilmesi ile, açlık ve kuraklık biter bütün ülke normale döner. (2) Kaybolan tanrının geri dönüşü de Hititlerde bayram olarak şenliklerle kutlanmaktadır. Ayinin sonunda üzerine koyun postu asılmış bir direk tanrı önüne dikilir. Bu direk verimliliği simgeler.

Hititler madencilikte ileri oldukları kadar, doğa ile uğraşmayı da bir yaşam biçimi olarak benimsemişlerdi. Arpa ve buğday ekiminin yanı sıra asma bahçelerinde üzüm yetiştirmişler, üzümden şarap yapmışlardı. Bugün Hitit İmparatorluğu sınırları içerisindeki bölgelerde yetiştirilen elma, kayısı, kızılcık meyveleri bizlere onların mirasıdır. Kocakarı ilacı diye küçümsediğimiz birçok bitki tohumundan yapılan karışımlar, o devirlerde ilaç olarak kullanılıyordu. Henüz kırık ve kayıp Hitit tabletlerinden dolayı bu konularda ayrıntılı bilgilere ulaşılamamıştır. (3) Erkeklerin yeni dünyası yeni tanrıları keşfede dursun, Anadolu halkları yine de tanrıçalarından vazgeçememişlerdi. Tarih Anadolu'da bin tanrılı Hititler'e sahne olurken, imparatorluğun en güçlü dönemlerinde bile yarımadanın dört bir yanında Ana Tanrıça kültü yayılıyordu. Koca bir dünya imparatorluğu kuran, yankıları Akdeniz'in karşı kıyılarından duyulan Hititler'in Anadolu halkları üzerindeki kültürel etkisi, her şeye rağmen kendi halinde fazla duyulmamış olan yerli Luwi halkları kadar olamamıştır. Hitit İmparatorluğu'nun yıkılışı sonrası kalıntıların altından daha güçlü bir imparatorluk çıkmamıştır. İmparatorluk kalıntıları üzerinde Frigya Krallığı ve küçük Anadolu beylikleri ile yaşam sürerken yerli Luwi halkları güneyden kuzeye, doğudan batıya, Anadolu'nun dört bir yanına özgün Anadolu mirasını taşımışlardır. Bugün bile Akdeniz'de, Ege'de, Karadeniz'de ve Doğu Anadolu'da birçok yörenin adı Luwi kökenlidir. Onlar Hititler gibi ulaştıkları topraklara yeni düzenin çok tanrılı değerlerini değil, hoşgörünün ve barışın tanrıçasını taşımışlardır. Bu yayılma Anadolu sınırlarını aşmış, Trakya'ya, Yunanistan'a İtalya'ya ve Afrika'ya kadar uzanmıştır.

Doğu Avrupalı bir kavim olduklarına inanılan Frigler de, Hititler gibi Orta Anadolu topraklarında hüküm sürmüşlerdi. Onlar da Hitit geleneklerini sürdürmüşler ve Anadolu'nun özgün değerleri ile bütünleşmişlerdi. Hatta daha ileri giderek, bir yanda Akdeniz ve Assur'a yönlenen siyasal yayılmacılığın yanı sıra çok eskilerden beri devam eden Ana Tanrıça kültünün yayılmasını sağlamışlardı. Siyasal merkez Gordion iken, yöre halklarının dinsel merkezi Midas'tı. Toprakların büyük bir bölümü rahiplere aitti. Bu topraklarda köylüler tarımla uğraşırken, zanaatçılık gelişmişti. Frigya'da Ana Tanrıça'nın ismi Kybele idi. Kybele'nin merkezi tapınma yeri ise kutsal sayılan Pessinus idi. Bu şehirde Kybele'yi simgeleyen taşın gökten indiğine inanılırdı. Friglerden sonra Orta Anadolu'da bir çok kent çeşitli kavimlerin saldırısına maruz kalarak yıkıldığı halde Pessinus bu dinsel gücü sayesinde uzun yıllar yaşamıştı. Sonraları Galatlar döneminde kenti beş Frigyalı ve beş Galatlı rahip birlikte yönetmişlerdi. Lidya, Anadolu'nun batı ile kaynaştığı, yerel değerlerinin batıdan gelenlerle birleşerek yeni sentezlerin oluşturan bir ülke idi. Kybele, Lidya'nın da en önde gelen tanrısıydı. Tanrıçanın başkent Sartes'te büyük bir tapınağı vardı. Kybele'nin yanı sıra Artemis ve Dionysos'un da önemli bir yeri vardı Lidyalıların yaşamında. Bu üçlü tanrı anlayışı Lidya dininin temel unsuruydu. Bu üç tanrı da doğa tanrılarıydı. Yerli gelenekler korunmuştu ve bütün ataerkil etkilere rağmen, anaerkil hayat anlayışı yeni biçimlerle mevcut düzene direniyordu.

"Doğanın ulu anası"

Neolitik dönemden beri Anadolu'daki en kutsal varlık olarak bilinen Ana Tanrıça, Ege dünyasından aldığı yeni özellikleriyle, Anadolu'nun batı kıyılarında Artemis olarak ortaya çıkar. Bu kez Efes yakınlarındaki bıldırcınlar yeri Ortygia'da doğurmuştur. Artemis, babası Zeus'tan sonsuza dek bakire kalmayı dilemiş ve perileri ile birlikte hep bakire kalmıştır. Doğa ile içiçedir Artemis; ok, yay, at ve arabası ile birlikte gözükür. Sadece insanların dünyası ile ilgilenmez, hayvanlarla ve bitkilerle de ilgilenir. Ayın üç ayrı dönemini temsil eden Artemis'in tacı aynı zamanda, kadının gelişimini de simgeler. Hilâl yeni doğmuş bir kızı, yarım ay genç kızlığa geçişi, dolunay ise olgunluğu, doğurganlığı ve analığı anlatır. Bu üç yönüyle Artemis, ataerkil düzenin ona verdiği yeni nitelikleri; bakireliği, kadınlığı ve analığı aynı vücutta taşır. Giritli tanrıça Britomartis'in adı atlı bakire anlamına gelir. Bu tanrıça avcı kılığında dağlarda köpeklerle dolaşır ve erkeklerden uzak yaşar. Anadolu'nun Kybelesi bu yeni dünya değerlerinde Giritli tanrıçanın özellikleriyle benimsenmiştir. Artemis'in boynundaki gerdanlıkla da bitkiler dünyasını, gerdanlıktaki kolye ile de Orion takım yıldızlarını sembolize etmektedir. Tanrıça'nın göğsündeki nesnelerin, hurma meyveleri veya kraliçe arıyı simgelediğinden dolayı erkek arı gövdeleri olduğu yolunda görüşler ortaya atılmıştır. Artemis bereketi ve bolluğu temsil eder. Anadolu'nun batı kıyılarında birçok yeni tanrı ortaya çıkmışken halk Artemis'i daha çok benimsemiştir. Halk ona "doğanın ulu anası" diye yakarır. O da Kybele gibi bir yeryüzü tanrıçasıdır ve Ana Tanrıça'nın yeni görünümüdür. Troya savaşında Troyalılarla birliktedir ve Anadolu'yu istilacılara karşı savunur. Anadolu'nun bu güçlü tanrıçası başka ülkelere de taşınacak ve değişik isimlerle anılacaktır.

Anadolu'da tarihsel ve kültürel süreklilik

Dionysos da, Kybele ve Artemis gibi doğaya dönük bir tanrıdır. Anadolu'da; Frigya ve Lidya bölgelerinin tanrısıdır. Doğa ile ilgili bir çok sıfatı vardır. Ormanlarda yaşar, topraktan çıkan bitkilerin ve tarımın tanrısıdır. Coşkusunu bir şarap tanrısı olarak simgeler. İnsanların olduğu kadar vahşi hayvanların da tanrısıdır, onlarla birlikte yaşar. Doğanın sırlarına ermek ve tanrısallaşmak Dionysos dininin amacıdır. Bunun için ayinlerde şarap içilir ve sarhoş olunur. Ayinlerde insanlar, vahşi hayvanlardan farksızdırlar. Tanrısal sırra erişmek onlar için doğa ile yakınlaşmaktır. Dionysos dininin müritleri Bakkhalar aynı Pessinus rahipleri gibi çılgınca kendilerinden geçerler. Tanrısal gerçek dağlarda, ormanlarda yabani hayvanlarla birlikte coşmakta gizlidir onlar için. İnsan ile doğa arasındaki ilişkinin en yoğun yaşandığı aşamada artık Bakkhalar tanrısallaşırlar. Şarap ve sarhoşlukla bilinçlerini aşıp tanrısal erdeme ulaşırlar.

Roma istilasıyla başkalaşan Anadolu

Yunan kavimleri Anadolu'ya ilk geldiklerinde yerli halkların direnci ile karşılaştılar. Bu anaerkil direnç yıllar boyu kırılamamış, dumanların ve yıkıntıların üstünde oluşan yeni uygarlık geçmişin izlerini silememiştir. Troya Savaşı bir yönüyle anaerkil Anadolu topluluklarının yurtlarını Yunanlı istilacılara karşı savunmasıydı. Akha ordusu Troya açıklarında belirdiğinde, onları sadece Troyalılar değil bütün Anadolu halkları bekliyordu. Anadolu ilk defa batıdan gelen tehlikeye karşı birlik olmuştu. Homeros İlyada'da Troyalılar'ın yanında savaşa katılan Anadolu halklarını tek tek anlatır. Çanakkale'den Dardanieliler, İda Dağı'nın eteklerinden Zeleialılar, Mysia bölgesinden Apaisoslular, Troya yakınlarındaki Praktios'ta oturanlar Troyalılar'ın yardımına gelirler. Ege kıyılarından, İzmir'in kuzeyinden Pelasglar, Aksios (Vardar Irmağı) kıyılarından, Payhlagonialı krallar Parthenios ırmağı kıyısındaki saraylarını bırakıp Troya'ya ulaşırlar. Mysialılar ve Frigyalılar uzak yurtlarını bırakıp büyük bir arzuyla katılırlar Anadolu direnişine. Karialılar çok uzaklardan güzel Miletos'tan, Likyalılar ise anaforlu Ksanthos'tan uzun yolculuklarla Troya'ya erişirler.

Yunan işgali sonrası yıllarca direnen Anadolu'nun anaerkil halkları için artık istilalar dönemi de başlıyordu. Romalılar Pessunus'dan Anadolu'nun binlerce yıllık Kybelesi'ni Roma'ya taşıma seferinde bu toprakları tanıdılar. Artık Anadolu iyiden iyiye ısınıyordu. Batının yükselen yeni imparatorluğu bütün başkaldırılara rağmen iç bölgelere kadar sızmıştı. Batıdan Roma'nın doğudan ise başka bir istilacı gücün Perslerin kıskacındaydı Anadolu. Zor yıllar başlamıştı. Toprağın verdiği bütün zahmetlere yenileri eklenmişti: Emeğin yeni sömürücüleri. Troyalılar'ın torunları olduklarına inanan Romalılar, önceleri Anadolu'ya pek ilgi göstermeseler de MÖ 190 tarihinde Suriye Kralı Antiokhos'un peşi sıra gelerek bu topraklara gemilerini yanaştırdılar. Romalıların Anadolu çıkartması Şarap Tanrısı Dionysos'un baş tanrı olduğu Teos'la başladı. Bu savaştan galip çıkan Roma ordusu için artık Anadolu kapıları açılır. Phokaialılar da (Foçalılar) Roma istilasına uzun süre direnirler ama Antiokhos'tan yardım gelmeyince kentin kapılarını açmak zorunda kaldılar ve Phokaia yağmalandı. Magnesia (Manisa) yakınlarına çekilen Antiokhos kesin bir yenilgiye uğradı. (4)

Roma İmparatorluğu'nun işgal ettiği Anadolu topraklarında oluşturulan eyaletler imparatorluğun olduğu kadar kişiler için de başlıca zenginlik kaynağı olmuştu. Eyaletler Roma halkının ganimeti sayılırdı. Halkın elindeki altın ve gümüş alınır ve askerler de geri kalanı yağma ederlerdi. İmparatorluk, maden ve taş ocaklarına, tuzlalar, tersaneler, ormanlar ve her türlü taşınmaz mala el koyarlardı. Bu şekilde elde edilen zenginlik Anadolu'dan Roma'ya akardı. (5)

Batı Anadolu bir Roma eyaletine dönüşünce, Romalılar üç ayrı kanaldan egemenlikleri altında tuttukları kentleri sömürmeye başlar. Eyalet valileri Roma'dan aldığı yetkileri çoğu zaman kötüye kullanarak kendi çıkarlarını ön planda tuttu. Valilerin bu tutumu karşısında politik kariyerlerini eyaletlerden gelen rüşvetlerle sağlayan Romalı politikacılar ortamdan yararlandıkları için sessiz kaldılar. Vergi toplama işi ihale ile en yüksek fiyatı veren ortaklığa verildiğinden, Anadolu halklarını günden güne fakirleşti. Dahası ağır vergi yüklerini ödeyemeyen halka borç verip faizle para kazanma peşinde koşan Romalı banker ve tacirlerin sayısı her geçen gün arttı.

Roma zulmü devam ederken, Aziz Paulos, Yahudi kurallarından arındırılmış yeni bir dini batı dünyasına tanıttı. Bu amaç için Anadolu topraklarını çok arşınladı. Roma İmparatorluğu'nun doğu kesimlerinde kölelerin ve ezilenlerin başkaldırısıydı Hıristiyanlık. İmparatorluğun çıkarları ile çatıştığından ezilmeye çalışıldı. Köleci toplum Hıristiyanlıkla dönüşüm sürecine girmiş, feodal toplum yapısı oluşmaya başlamıştı. Roma İmparatorluğu'nun Anadolu'yu işgali sonrası Artemis, diğer tanrılara rağmen batı kıyılarının vazgeçilmez tanrıçasıydı. Sonraları Hıristiyanlığın hızlı yayılmacılığına rağmen antik Artemis kültü varlığını ve gücünü uzun süre korudu. MS 53'de Efes'e gelen Aziz Paulos üç yıl boyunca Hıristiyanlığı yaygınlaştırmak için başarılı çalışmalar yaptıysa da güçlü bir dirençle karşılaştı.

Her şeye rağmen yozlaşan Artemis kültü, soylu ve yüksek tabakadan insanların hizmetine girmişti. Efes'te Artemis'e sunulan giysi ve takılar kendine özgü bir ticaret sistemi oluşturmuştu. Tapınaktaki tanrıça heykeline giydirilen bu ziynet eşyaları aynı anda kullanılamadığından seçilen zengin ailelerin kızları bu görevi üstlenir ve giyerlerdi. Bu giysilerin ve takıların sık sık değiştirilmesi gümüş ustaları için çok iyi bir pazardı. Bu nedenle Aziz Paulos'un çalışmaları en çok onları rahatsız etmişti. Demetrios adlı bir gümüş ustası mesleğinin tehlikeye gireceğini sezerek, meslektaşlarından oluşan bir heyetle tiyatroda Aziz Paulos'un vaazinde halkı kışkırtır. Halk hep bir ağızdan "Yücedir Efeslilerin Artemis'i" diye bağırır. Halkın yatıştırılması için kent meclisinin sözcüleri açıklama yaparak Artemis'in yüceliğini vurgularlar. Bütün direnmelere rağmen toplumsal değişim engellenemezdi. Ancak geçmişin değerleri bir şekilde biçim değiştirerek yeni toplum yapısına uyum göstererek yaşamaya devam etmeliydi. Artemis çoktan Hıristiyanlaşarak Meryem Ana olmuştu. İbranice'de genç kız anlamına gelen "almah" sözcüğü; Yunanca'ya "bakire"ye dönüştü. (6) Meryem de Artemis gibi bakire idi. Hıristiyanlar kilisenin ilk zamanlarında Meryem'in Artemis ile karıştırılması kaygısıyla ona tapınmaktan çekinmişler ama sonraları, ona tanrı anası anlamına gelen Theotokos sıfatını vermişlerdir. Theotokos sıfatı 5. yüzyılda tanrı ve insan arasındaki ayrımı bir karmaşaya dönüştürdüğü gerekçesiyle kaldırılmak istenmiştir. Bu öneri Efes Konsili'nde reddedilmiştir. Meryem Ana Evi'nin bulunduğu Arvilia vadisinde yapılan arkeolojik kazılarda Artemis'e ait bir çok adak kalıntısı bulunmuştur.

Leto'nun Artemis'i doğurduğu bıldırcınlar yeri Ortygia aynı zamanda Meryem Ana'nın evinin yeridir. Evin aşağısındaki vadide eskiden Tanrıça Artemis için festivaller yapılırdı. Sonraki yıllarda Meryem Ana sevgisi bütün Anadolu'ya yayılacak, Anadolu halkları İslamlaşırken Hıristiyanlığı terk edecekler fakat Meryem Ana'yı yine de çok seveceklerdi. Hıristiyanlık, Anadolu'nun eski tanrısal destanlarından etkilenmiş, öyküler değişik biçimlerde ermiş destanlarına dönüşmüştür; Kapadokya'da yaşayan Ermiş Georgios'un burnundan alevler çıkaran canavarı öldürmesi gibi. Hıristiyanlığın kutsal günlerinin çoğu eski çok tanrılı çağlardaki günlerinin devamıdır. Meryem Ana'nın gökyüzüne uçuşu ve Artemis bayram günleri çakışmaktadır. Çoktanrılı dünyanın tapınakları yeni dünyanın görkemli kiliselerine dönüşür. Kısaca Anadolu'da Hıristiyanlığın yayılmasıyla başlayan Rumlaşma hareketi Anadolu'nun dışındaki coğrafi alanlardan gelen göçlerle değil tamamen kültürel bir sentezle oluşmuştur. Helen dili uzun yıllar batı bölgelerini etkilemiş ancak, Anadolu'nun yerli dilleri, Hıristiyanlığın yaygınlaştığı dönemlere değin devam etmişti. İncil'in Helen dilinde yazılmış olması Helen dilinin yaygınlaşmasını sağladı. Senelerce imparatorluğun kuytu köşelerinde yaşayan Hıristiyan inancı, Roma İmparatorluğu'nun resmi dini olmasıyla Anadolu'da hızla yayıldı. Yine de Anadolu'nun yerel kültürleri Frigya, Pontus, Kapadokya'da varlığını direnerek sürdürdü. Roma döneminde Batı Anadolu'da kentleşmenin de artmasıyla birlikte Anadolu nüfusunda da artış olmuştu. Kentlerde yoğunlaşan bu nüfus hareketi, Anadolu halklarına yeni bir kimlik kazandırıyordu.

Hıristiyanlığın etkisiyle ağırlığını hissettiren Rumlaşma süreci Doğu Roma'nın bölgede etkili güç olmasıyla, bölge halklarının kimliğini temsil eder konuma gelmiştir. Bizans artık Anadolu'da etkin bir güçtür ve İstanbul bu gücün odağıdır. Bizans'ın ilk yıllarında ekonomik açıdan parlak bir dönemin başlangıcıydı. Batı Roma'nın çöküşü ile Anadolu topraklarında kurulmuş olan imparatorluğun başkenti, Balkanlar'dan gelen halk kitleleriyle artmış, daha önce Batı Anadolu kentlerinin taşıdığı ekonomik ağırlık merkezini İstanbul'a kaydırmıştı. İmparatorluğun İstanbul üzerindeki etkinliğinin artmasıyla birlikte ekonomik, kültürel, dinsel çelişkiler de ön plana çıkmıştı. Hipodromda yapılan at yarışlarında bazı at sürücülerinin yeşil, bazılarının da mavi gömlek giymesi zamanla halklar arasında bölünmeye yol açmış, mavi ve yeşil varolan çelişkilerin simgesel renkleri olmuştu. Her iki örgütün de tabanı yoksul sınıflara dayandığı halde, maviler aristokratların, saray bürokratlarının desteğini almış, yeşiller ise; daha çok Anadolu'nun iç bölgelerinden gelen yerli zanaatkarlar ve ticaret erbaplarından oluşmuştu. İmparatorluğun katı ve merkezi Ortodoks kimliğini benimseyen maviler her zaman imparatorun da desteğini almışlardı. Yeşiller mezhep farklılıklarına daha hoşgörülü ve eğilimli iken maviler Ortodoks kilisesine çok katı bir şekilde bağlı idiler. İmparatorluğun Mavilerden yana olan açık tutumu çelişkileri daha da artırdı ve mavileri zorba, yeşilleri ise kentin mağdurları durumuna düşürdü. Ancak imparatorluğun yoksul kitlelere karşı haksız tutumu kentte büyük bir ayaklanmaya neden oldu ve kitleleri aynı saflarda birleştirdi. İmparator ve imparatoriçeyi kentten kaçma noktasına getiren bu ayaklanma mavilerin saraydan yana cephe değiştirmesiyle güçlükle bastırılabildi. Bu kent Bizans sonrası tarihlerde de kargaşalara meydan olacak ve kentin hakimleri bu korkuyu hep hissedeceklerdi.

İmparator, İstanbul surları içinde Anadolu'dan kopuk, şaşaalı yaşamını sürdüredursun, Anadolu halkları tam bir merkezi yönetim kıskacında sömürülüyorlardı. Gerçi kölecilik yerini toprağa bağlı yarı özgür köylülüğe bırakmıştı. Bizans yönetimi bu köylülere arazi sahipleri tarafından baskılar uyguluyordu. Zamanla orta sınıflar yok edilerek büyük arazi sahipleri küçük arazileri ele geçiriyorlar, halkı yarı köle durumuna düşürüyorlardı. İmparatorluk askeri gücünü oluşturan köylüleri bu yeni gelişmelerden korumak amacıyla, büyük arazi sahiplerinin daha da güçlenmesine izin vermedi. Bu kararlar Anadolu'da daha sonraki yüzyıllarda da devam edecek olan yarı feodal sömürü düzeninin temellerini oluşturdu. Aristokrasinin gelişmesi bu şekilde engellenmişti. Hıristiyan olmayan halklara uygulanan vergi düzeni, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde İslam dininden olmayanlara karşı uygulanan reaya düzenine dönüştü.




Türklerin Anadolu'ya gelişi öncesinde, Bizans bünyesindeki Rum halkı, batıdan gelen Helen halklarının oluşturduğu bir toplum değildi. Helen yayılmacılığı Batı Anadolu toprakları ile sınırlı kalmış, iç bölgelere pek fazla geçiş olmamıştı. Anadolu'nun yerli halkları imparatorluk bünyesinde Rumlaşmış ancak yine de eski kültürel ve geleneksel değerlerini devam ettirmişlerdi. Bu dönem Anadolu için bir Helenleşme dönemi değil, Anadolu'nun yerel değerlerinin yaşandığı Rumlaşma dönemi idi.

Birkaç yüzyılda Anadolu'da oluşturulan Büyük Selçuklu uygarlığı, sadece Türklerin oluşturduğu bir kültürel birikim değil, ağırlıklı olarak binlerce yıldır Anadolu birikiminin ürünüdür. Kırsal alanlarda yaşamı kabullenmiş Türkmen boylarının öylesine görkemli bir kültür oluşturmaları bilimsel açıdan mümkün değildir. Kaldı ki, Anadolu'ya İran üzerinden gelen Türkler beraberlerinde köklü Pers kültürünü de taşımışlardır. İsa'dan sonra binli yılların başlangıcında Orta Asya'dan gelen Türkmen boyları uzun yıllar İran'la iç içe yaşamışlardı. Anadolu topraklarına geçerken beraberlerindeki İranlıları da bu topraklara taşımışlardı. (7) Görkemli İran kültüründen etkilenen Selçuklu hükümdarları saraylarında Türkçe yerine Farsça konuşmuşlar, imparatorluğun resmi dili olarak da Farsçayı tercih etmişlerdi. Her şeye rağmen Malazgirt sonrası kitlesel Türkmen göçleri Anadolu'yu geniş ölçüde Türkleştirmiştir. Sonraları MS 1300'lü yıllarda özellikle batı Anadolu'ya kitlesel Türk göçleri başlamış, Anadolu'daki Türk yoğunluğu bu göçlerle birlikte diğer halklara nazaran artmıştır.

Babai ayaklanması

12. ve 13. yüzyıllarda Anadolu halklarının, özellikle göçebe Türkmenler'in ekonomik ve toplumsal durumu oldukça kötüydü. Anadolu Selçuklu Devleti'nin resmi dini Sünni İslam'dır. Devletin çıkarları ve dinin çıkarları aynıdır. Bu anlayış çerçevesinde din adamları ile devlet arasında bir işbirliği vardır. Selçuklu sultanlarının halka karşı zalim tutumları ve işkenceci uygulamaları halkta merkezi otoriteye karşı güçlü bir tavır geliştirmişti. Baba İlyas bu tepkinin simgesiydi. Ekonomik yapıdaki bozulmalar ve yarı feodal yapı içerisinde yeni zengin kitlelerin ortaya çıkması, diğer yanda halkın gitgide yoksullaşması büyük çelişkiler yaratıyor bir isyanın koşulları her geçen gün hazırlanıyordu. Bütün bu nedenlerin yanında, Selçuklu'nun İran Bizans karışımı yönetim geleneğini İslam ilkeleriyle yaşatma çabasına karşılık, Heterodoks dervişlerin etkilediği halkların daha farklı bir İslam anlayışıydı. Bu farklı görüş ve yaşam biçimi her geçen gün göçebeleri, köylüleri, zanaatçıları ve Hıristiyan kitleleri etkiliyor ve bu durum saraydakilerin hoşuna gitmiyordu. Baba İlyas'ın üzerine Selçuklu Sultanı tarafından asker gönderilmesi ve sığındığı Amasya Kalesi'nde öldürülmesi bardağı taşıran son damla idi. Anadolu ayağa kalkmıştı. Sırasıyla Adıyaman, Gerger, Kahta ve Malatya'ya ulaşmıştı ayaklanan topluluk. Her ulaşılan yerde kalabalıklar kadın, erkek, çocuk hep birlikte ilerliyorlardı. Baba İshak önderliğinde Malatya'da, Elbistan'da, Sıvas'ta, Amasya'da, Kayseri'de Selçuklu orduları bozguna uğratıldı. Babailerin Konya'ya gireceğinden korkan sultan, sarayını terk edip kaçtı ama tüm mal varlığı ile seferber ettiği Selçuklu orduları Kırşehir-Malya'da 4.000 Babai'yi kılıçtan geçirerek ayaklanmaya son verdiler. (Karizmatik

Babai ayaklanmasını bastıran Anadolu Selçuklu Devleti, kendi halkı ile yaptığı bu savaştan sonunda galip çıkmıştı ama, bu yıpratıcı dönem devletin çöküşüne neden olmuştur. Köylüler, zanaatçılar, göçebe Türkmenler ile devletin bağları tamamen kopmuştu. Heterodoks dervişler halka devletin inanç ve düşünce sisteminden daha farklı bir yaşam biçimini kabul ettirmişler ancak sınıfsal bir kopuş başlamıştı. Devlet Moğol saldırıları karşısında güçsüz kalmış, fazla bir direniş gösterememişti. Anadolu halkları da Moğollar'a direnmişler ama bu direniş Selçuklu ile birlikte olmamıştı. Ayaklanmanın oluşturduğu kararsız ortam Osmanlı Beyliği'ne yaramış, Heterodoks dervişlerle uzlaşmacı ilişkiler geliştirerek Anadolu toprakları üzerinde kararlı bir devlet yapısı oluşturmuşlardır. Bu dönemde Osmanlılar'ın Hacı Bektaş ile olumlu ilişkileri Anadolu'nun fethini kolaylaştırmıştır. Yeni devlet düzeni ile başlangıçtaki uzlaşma zamanla bozulmuş, ancak Osmanlı ile zaman zaman sürtüşmeler yaşansa da Anadolu Selçuklu dönemine nazaran daha yakın ilişkiler yaşanmıştır.

Logos-Söz-Kelam

İsa'dan beşyüz yıl önce sürekli akış öğretisi ile diyalektik düşüncenin temellerini atan Herakleitos, söz anlamına gelen Logos sözcüğünü aşağıdaki gibi tanımlamıştır:

"Nasıl ateşe yaklaştırılan kömürler başkalaşarak ateşlenir, uzaklaştırılınca da sönerse, ruhumuz da ortaklaşa olanın ardından giderse logostan pay alır, ayrılırsa logossuzdur. Us ile konuşmak isteyenler herkesle ortaklaşa olan ile kendini güçlendirmelidir... Dünya birdir, ne bir tanrı tarafından yaratılmıştır ne de insan tarafından, bir yasaya göre yanan ve bir yasaya göre sönen ve başı sonu olmayan bir ateştir." (9) Ona göre bütün şeyleri ateş yönetir ve sürekli yaşayan ateştir. Ateş bir gün gelecek bütün şeyleri yargılayıp yakacaktır. Herakleitos'a göre evrensel birlik logos kavramı ile anlaşılabilir. Evren ona göre logoslu ve usludur. Bizler tanrısal logosu nefes alırken içimize çekiyoruz ve sonra bedenden dışarı çıkınca da bütün evrenin ruhuna geri dönüyor. Herakleitos'a göre logos var olan her şeyi yöneten tek ve değişmez doğa kanunudur. Bu kavram daha sonra antikçağ düşünce ve inançlarına dinsel bir boyut getiren stoacılar tarafından tanrısallaştırılmış, istemeden de olsa Hıristiyan dünya ile bir bağ kurulmasını sağlamışlardır. Herakleitos'un İsa'dan beş yüz yıl evvel tanımladığı logos, İncil'de tanrısal bir kimlik kazanmıştır. Meryem Ana'yı yurdundan koparıp Batı Anadolu'ya, Efes'e getirildiğine inanılan Aziz Jean'ın İncili şu sözlerle başlar; "Başlangıçta söz vardı ve söz Tanrı ile beraberdi ve söz Tanrı idi." (10) Logos kavramının felsefi boyutu Hıristiyan dinine bu şekilde yansıtılır.

Logos kavramının İslamiyet'in gelişi sonrasında Anadolu topraklarında kitlesel bir din felsefesine dönüşmesinde İranlı Hurufiler'in etkileri ile olmuştur. İran topraklarında barınamayarak kaçan Hurufiler, Hacı Bektaşi Veli tarikatına sığınmışlar ve Bektaşi inançlarına da oldukça katkıda bulunmuşlardır. Hurufiler'e göre Tanrı gizli bir hazinedir. Varlığı ve özü sesten oluşur. Sesin ortaya çıkması ile de evren oluşmuştur. Tanrı kendi siluetini insanın yüzünde göstermiştir. İnsanı, tanrıdan ayıran ise kelam yani sözdür.

Tanrıya, tanrının ölümsüzlüğüne ulaşmanın tek yolunun, onu ancak gerçek anlamda sevmekle mümkün olacağını söyleyen Platoncu görüş Anadolu topraklarında devletin İslam anlayışından farklı olarak yeniden kimlik kazanmıştır: Tasavvuf. Bu yeni din felsefesi sevgi üzerine kurulmuştur. Tasavvuf inancının özü yoktan varolma değil, tanrıdan oluşmadır. İnsan ve tanrı birlik içindedirler. Tanrı insanın ağzından konuşur, insan da konuşan bir tanrıdır.

İslam, tanrının yüceliğini ulaşılmaz kılar ve insanın tanrı tarafından yoktan yaratılmasını dolayısıyla tanrının ululuğunu ön plana çıkarır. Tasavvufta ise tanrı, insan ile birlik içindedir. Yaratılış yoktan varolma değil, tanrının insan vücudunda görünüşüdür. Dolayısıyla ölüm yoktur, sürekli bir varoluş vardır. İnsanın suç olan eylemlerinden dolayı yargılanması, aynı zamanda insan olan tanrının kendi kendini yargılamasıdır. Tanrı göğün yedi katında değil, bilinen görünen ve konuşan bir varlıktır. Tasavvufta din olgusu korku üzerine değil, sevgi üzerine kurulmuştur. Otoriteyi ellerinde tutan hükümdarlar ya da krallar, tarihte dini de korku unsuru olarak halklara karşı kullanmışlardır. Onların din anlayışında cehennem, mahşer günü ve ateş korkuyu ön plana çıkarmaktadır. Ancak tasavvuftaki tanrı sevgisi ve dostluğu bu korkuları ortadan kaldırmaktadır.

Tasavvufun doğaya bakış açısı da farklıdır. İktidarların İslam anlayışında tanrı doğayı yaratmıştır ve canlılar evreninde insan ön plandadır. Tasavvufa göre ise, canlı cansız bütün varlıklar tanrının kendisidir. Hepsinin ayrı ayrı kişilikleri vardır. Bir bütün olarak evren tanrının kendisidir. Devletin resmi İslam anlayışı kadınları peçelere büründürerek ev ve haremlere hapsederken, Anadolu halklarının benimsediği tanrısal hayat, kadını ve erkeği dinsel törenlerde bile yan yana getirmiştir.

Kapadokya ermişleri

Türkmen boylarının Anadolu'yu yurt edinmesi ile Anadolu'daki kültürel etkileşim ve değişimler ağırlıklı olarak iki önemli kaynaktan beslenmişlerdir. Bunlar Ahmet Yesevi'nin görüşlerini dile getiren Yesevilik ve Bektaşilik'tir. Bu iki görüşün de Horasan'dan geldikleri iddiasıyla birbiriyle iç içe oldukları savunulsa da, temelde önemli farklılıkları vardır. Her iki görüş de Anadolu halklarının İslam'a bakış açılarını Arap kültüründen farklı olarak etkilemiş ve eski değerlerle yenilerini kaynaştırmışlardır.

Yesevilik, devletin İslam anlayışına daha yakın gözükse de Araplaşmış bir İslam düşüncesi anlamına gelmez. Asya Türkleri'nin yaşam anlayışını İslam'la bütünleştirmiş, İslam öncesi Türk halklarının yaşam biçimini, kültürel değerlerini, geleneklerini ve törelerini İslam inancı ile kaynaştırmıştır. Asya'da tohumları atılan bu akım, İran üzerinden Anadolu'ya gelirken Türkmen halkları tarafından desteklenmiştir. Bektaşilik ise Anadolu'nun binlerce yıllık kültürel değerleri ile daha farklı bir İslam düşünce akımı yaratmıştır. Bektaşilerin tasavvuf anlayışı ve yorumu, ilk çağlardaki Anadolu halklarının doğa ile içiçe olan dinsel değerlerine benzer bir din düşüncesidir. Bektaşilerin dinsel törenleri Diyonsos dininin müritleri Bakkhalar'ın törenleriyle benzerlikler içerir. Her ikisinde de törenlere kadınlar da katılır.

Anadolu'daki bir çok erenler gibi Hacı Bektaşi Veli'nin de kökleri Horasan'da aranmıştır. Bu Horasanlı yakıştırması o dönemin erenleri için kullanılan genel terimdir Ancak sonraları içeriği unutularak Horasan diyarından gelenler olarak yorumlanmıştır. (11) İster Horasan'dan gelsin, ister Kapadokyalı olsun Hacı Bektaşi Veli diğer erenler gibi Anadolu'nun binlerce yıllık köklü değerlerini yeniden yorumlayarak Türkmen ve yerli Rum halklarının yeni yaşamına uyarlamıştır.

Anadolu halklarının ekonomik ve siyasi olarak bütünleşip birlik oluşturmaları, din ve mezhep ayrımı gözetmeyen Ahilik örgütü ile olmuştur. Bu örgüt bütün zanaatçıları, çiftçileri ve esnafı aynı birlik altında birleştirmiştir. Bir devlet bütünlüğü sağlanamayan kararsız Anadolu ortamında bu meslek birliği halkları birbirine daha da yaklaştırmıştır. Genç Osmanlı Devleti'nin ekonomik ve siyasi gücü bu örgütle artmıştır. Anadolu'da Ahilik örgütü ile bir pazar ekonomisi oluşturulmuş ve malların kalitesi artmış, çeşitli standartlarda üretim başlamıştır. Bu örgütün kurucusu da Kapadokya özellikle Kırşehir yöresinde yaşamış olan Ahi Evren'dir. Acılı ve zor bir hayat yaşayan Ahi Evren, Selçuklular'ın ve Moğollar'ın zulmünden nasibini almıştır. Ancak Anadolu halklarına kazandırdıkları unutulmamış, Fatih döneminde Ahilik örgütü yasaklansa da, halklar arasında bu meslek birliği yaşatılmıştır. Ahi Evren de tıpkı mitolojik dönemlerin Herakles'i gibi, Hıristiyan dünyasının Kapadokyalı Aziz Georgios'u gibi ejderha ile uğraşır, ama o savaşmaz, korkunç yaratığı duası ile yola getirir.

Ahi Evren, Anadolu Bacıları (Bacıyan-i Rum) örgütünün kurucusu Fatma Bacı'nın eşidir. Anadolu'daki büyük bir kadın örgütlenmesi olan bu örgüt kadın erkek ayrımını kabul etmemiş kökleri Anadolu'nun binlerce yıllık anaerkil yapısına uzanan kadının gücünü tekrar hatırlatmıştır. Sufiler Anadolu'nun İslam ile değişen yeni inanç sisteminde, dine farklı bir yorum getirerek kadını güçlü kılmışlardır. Kuran'da erkeklerin kadınlardan üstün olduğu hakkındaki ayette bulunan erkek kelimesinin aslında er olduğunu ve kadının da erlik mertebesine ulaşabileceğini söylemişlerdir. Fatma Bacı ve Hatun Ana, Hacı Bektaşi Veli tarafından sayılan ve sevilen insanlardır. Kadınların oluşturduğu bu birliğin eski Türk geleneklerine pek uymadığı, aksine antik dönem kadınlarının (Amazonlar ve Bakkhalar) devamı niteliği taşıması, gerçeğe daha yakın gözüküyor.

Türkler'in Anadolu halkları ile kültürel etkileşimi, kaçınılmaz olarak ırksal bir kaynaşmanın ürünüdür. Anadolu'daki büyük etnik grupların, özellikle Ermeniler, Rumlar ve Kürtler'in yüzyıllar boyu köylerde ve kentlerin bir çok mahallelerinde yerel değerlerini yitirmeden 20. yüzyıla kadar yaşamaya devam ettikleri bilinmektedir. Ancak bu toplumların büyük bölümü Türkmen boylarının Anadolu'ya gelmeleri ile birlikte İslamlaşmışlardır. Son zamanlardaki bilimsel araştırmalar Anadolu'da yaşayan Türklerin ırksal özelliklerinin, Orta Asya Türkleri'nden çok farklı olduğunu göstermiştir. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı dönemlerinde ulus olarak Türk kavramı kabul edilmemiş, hatta tersine bir aşağılama unsuru olarak kullanılmıştır. Onlar daha çok Selçuklu veya Osmanlı olarak tanınmayı yeğlemişlerdir. İktidarlarındaki saraylarda, Türk sözcüğü göçebe Türkmen toplulukları için aşağılama amacıyla kullanılmıştır. Türklerin Anadolu'ya gelmesiyle Rumların da Anadolu'yu terk ettiği görüşü inandırıcı değildir. Bunun aksi olan Türkmenlerin Anadolu halkları içinde soy olarak eridiği görüşü de aynı ölçüde yanlıştır. Yerli halk Türkler'in gelmesi ile büyük oranda Türkleşmiş ancak aynı zamanda çeşitli etnik gruplar günümüze dek varlıklarını kısmen korumuşlardır.

Özellikle Osmanlı Dönemi'nde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında yapılan evlilikler, hem devlet düzeyinde hem de halklar düzeyinde bütünleşen bu yeni kimliğin çatısını oluşturmuş; Osmanlı'nın uluslaşma sürecini hızlandırmıştır. Rumlaşma sürecinde Hıristiyanlığı benimsemiş olan yerli halklar, Osmanlılaşma sürecinde de İslam'ı benimsemişlerdir. Anadolu Hıristiyanları'nın kısa bir süreçten sonra Müslümanlığı benimsemelerinin ana nedenlerinden biri, kökleri binlerce yıla dayanan Anadolu kültürünü, Ortodoks bir süreçte baskı altında tutan eski rejimin yerine daha hoşgörülü ve yerli halkların değerlerine daha yakın olan Alevi kimliği ile uzlaşmalarıdır. Bu yeni din anlayışı Hıristiyanlık öncesi doğaya dönük inanç biçimi ile örtüşmüş, dahası ona özündeki zenginlikleri katmıştı. Anadolu topraklarına ulaşan Türk boyları ile Anadolu dışında yaşayan Türkler arasında önemli farklılıklar oluşmuştur. Anadolu'da kurulan Türk devletlerinin yapısı diğer Hun, Uygur ve Göktürk devlet yapılarından farklıydı. Selçuklu ve Osmanlı devlet geleneği köklerini Orta Asya'dan çok, Anadolu'da daha evvel kurulan devlet geleneklerine dayandırıyordu. İran ve Bizans etkisi baskındı. Bu kültür ve uygarlık birikimi Türk devletlerinin yeni yapısının mayası olmuştu. Özellikle kamu hukuku, Bizans kamu hukuku ile benzerlikler taşımaktadır.

Kültürel anlamda sürekliliğin en önemli kanıtı Anadolu'daki coğrafi bölgelerin, kentlerin, ırmakların isimlerindeki ardıllıktır. Bu isimlerin çoğunlunun kökleri 4.000 yıl öncesine dayanır. Anadolu'nun bir Roma Ülkesi haline geldiği dönemlere ve Araplar'dan alınan isimlerde bunlara eklenmiştir. Türkleşme döneminde bu isimler küçük değişikliklerle devam etmiştir. Eski Helen dilindeki bazı sözcükler ve takılar Türkçe'ye aynı şekilde yansımıştır. Türkçe'nin yüzlerce yıl Anadolu'da egemen olması ile Rumca'ya da etkileri olmuştur. Bu şekilde, bir dil kaynaşması oluşmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu'nun baskıcı ve merkeziyetçi yönetim anlayışından bıkan kitleler, Türkmenlerin yönetiminde eskisine nazaran daha esnek bir anlayışla karşılaşmışlar; imparatorluğun baskısından yılan diğer etnik kitleler ise yine aynı nedenlerle Türkmen idaresini benimsemişlerdir. Türklerle çok çabuk kaynaşan yerli halklar yukarıda belirtilen ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı Müslümanlığı benimsemişler, geçmişteki binlerce yıllık kültürel zenginliklerini de Anadolu'nun bu yeni efendilerine benimsetmişlerdir. Anadolu'nun çeşitli yerlerinde yöresel olarak toplu din değiştirmeleri olmuştur. Kars'ta, Samsun'da, Amasya'da, Aydın'da, Bolu'da, Aydın'da ve Girit'te topluca İslam'ı seçen Rumlar, Ermeniler ve Gürcüler vardır. Anadolu tarihinde büyük bir eşitlikçi ayaklanmaya neden olan Şeyh Bedreddin'in de annesi bir Rum tekfurunun kızı idi.

Ortak mülkiyeti savunan görüşleri ile Anadolu'nun çeşitli yerlerinde kitleleri etkileyen Şeyh Bedreddin aynı zamanda felsefi boyutta da büyük bir düşünürdür. Ona göre doğa ve tanrı bir bütündür. Madde ve ruhu birbirinden ayırmak olanaksızdır. Bütün dinlerin kaynağı birdir. Mehdi hiçbir zaman gelmeyecektir ve kıyamet olmayacaktır. Cennet ve cehennem bu dünyaya ilişkin kavramlardır. Yeryüzündeki bütün mülkler ortak kullanılmalıdır ve herkesin malı olmalıdır ona göre. Bedreddin'den etkilenen Börklüce Mustafa Aydın dolaylarında, Tornak Kemal de Manisa dolaylarında Osmanlı'ya karşı ayaklanmışlardır. Bu ayaklanma, bin yılı aşkın bir zaman önce, aynı bölgede Romalılara karşı yapılan eşitlikçi Aristonikos ayaklanmasının bir tekrarıdır. Ama diğeri gibi bu başkaldırı da kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Şeyh Bedreddin'in düşüncesi ayaklanmanın bastırılması ile yok olmadı. Daha sonraki yüzyıllarda da müritlerine rastlandı.

Osmanlı ekonomisini ayakta tutan gelirlerin azalması üzerine devlet halkların üzerindeki baskıları iyice arttırmaya başlamış ve dolayısıyla tepkiler de artmıştı. Celali ayaklanmaları bu tepkileri dile getirir. Osmanlı ordusu yüz binlerce insanı katleder ayaklanmayı bastırmak için. Bu iç savaş birçok sorunu da içinden çıkılmaz hale getirir. Anadolu erenlerinin temellerini kurduğu devlet-halk barışıklığı ortadan kalkmaktaydı. Halk devlete küsmüştü artık. Ayrımcılığın boyutu Anadolu Selçuklu dönemini bile aşmıştı. Alevi-Sünni ayrımı, İstanbul-taşra ayrımı, yerleşik-göçebe ayrımı imparatorluğu gitgide yıpratıyordu. Kırsal alan-kent dengesi bozulmuş, kısacası devlet ve halkın bağları onarılamayacak şekilde kopmuştu. İstanbul Anadolu'yu sömürüyordu.

17. yüzyıl İstanbul'un Anadolu emeğinin üzerinden ellerini biraz çektiği ve denetimi azalttığı yüzyıldır. Bu rahatlama Anadolu şehirlerinin güçlenmesine neden olur. Tımar sistemi ile toprağa bağlı nüfus kentlere akmaya başlamıştı. Ancak bu gelişme halkları biraz soluklandırsa da çöküşü durduramamıştı. Tımar sisteminin çöküşü ve batıdaki Burjuva Devrimi karşısında Osmanlı acizdi ve sona yaklaşıyordu. Osmanlı etnik kimliklere karşı tavrını değiştirmiş, yeni dönemin koşulları Anadolu halkları arasındaki bağları da tamamen koparmıştı. Etnik kimliklerin yeni arayışlar içindeydiler. Çelişkilerin artışı kimlik kaosunu içinden çıkılmaz hale getirmişti. Yeni kimlikler tarihsel süreklilik değerlerine önem vermiyordu. Bu binlerce yıl öncesine dayanan soylu bağların arayışıydı. Bu arayışın sonuçları ağır ve trajik olacaktı. Yüzlerce yıl aşağılanan Türk kimliği Anadolu'ya sindirilmeye çalışılıyor, Anadolu insanının kültürel kimliği uzak Asya ülkelerinde aranıyordu. Artık Anadolu köylerinden ut melodileri yükselmiyor, Ermeni kızla Türkmen delikanlının türküsü söylenmiyordu. Son yüzyılın başlarında bir kumandan Troya yakınlarında bir tepeden ufka bakıyordu. Düşündükleri henüz kazanılmamış büyük bir zaferin sonuçları değil, çok daha sonra yapacaklarıydı. Sarı saçları rüzgarda dalgalanırken keskin mavi gözleri Troya harabelerinden uğuldayan sesin kaynağını arıyordu. Troya Savaşı bozgunundan binlerce yıl sonra Anadolu halkları batıdan gelen gemileri ilk kez yenmişlerdi. Hektor ayağa kalkmıştı. Ama asıl önemli olan, bundan sonra olacaklardı.

Kürşat Başdemir

DİPNOTLAR
1) Akurgal E.; Anadolu Uygarlıkları, Net Yayınları, 1987, s.104.
2) Ceram, C.W.; Tanrıların Vatanı Anadolu, Çeviren: E.N. Erendor, s.14.
3) Ertem H.; Boğazköy Metinlerine Göre Hititler Devri Anadolu'sunun Florası, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1997, s.172.
4) Bean E. G.; Eski Çağda Ege Bölgesi, Çeviren İ. Delemen., Arion Yayınevi, 1995, s.49-52,.
5) Tanilli S.; Yüzyılların Gerçeği Ve Mirası, İnsanlık Tarihine Giriş İlk Çağ, Say Yayınları,1988, s.464.
6) Alkan İ.; İsa Gerçekten Yaşamış mıydı?, Bilim ve Ütopya Dergisi, Ocak 1997, s.33.
7) Umar B.; Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi, İnkılap Kitabevi 1998, s.192.
Karizmatik Çamuroğlu R.; Tarih, Heterodoksi ve Babailer, Metis Yayınları, İkinci Basım, 1992, s.169.
9) Hançerlioğlu O.; Felsefe Ansiklopedisi, Cilt : 2, s.308.
10) Halikarnas Balıkçısı, Merhaba Anadolu, s.77.
11) Tuncer Ö.; İşte Anadolu, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 1993, s.119.

Copyright © 1998, TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi

Bilgi Hizmetleri Grubu

ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ VE TÜRKİYE TARİHİ (XIV. YÜZYILA KADAR)

ANADOLU’NUN TÜRKLEŞMESİ

Anadolu’nun fethi sonuçları itibariyle, Türk tarihinin en önemli olaylarının başında gelir. Bu fetih ile, Batı Türklüğü yeni ve ebedî bir vatana kavuşmuş ve bu vatan toprakları üzerinde Anadolu Selçukluları, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Türkler Anadolu’ya IV.yüzyıldan başlayarak fasılalarla XI.yüzyıla kadar sürecek akınlarda bulunmuşlardı. Ancak, 1071 Malazgirt Savaşı’na kadar aralıklarla devam edecek olan bu akınlar neticeleri itibariyle,fetih amacı ön plânda tutulmayan akın ve keşif hareketleri olarak nitelenebilir. Büyük Selçuklu dönemindeki Oğuz-Türkmen akınlarıyla birlikte Anadolu’nun Türkleşmesiyle neticelenecek fetihler başlamıştır. Anadolu’ya ilk Türk akını Batı (Avrupa) Hunları döneminde gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasından sonra, Bizans’ın hâkimiyetinde kalan Anadolu’ya, Kafkasları aşarak ulaşan Kursık ve Basık adlı Hun başbuğları 398 yılında Erzurum, Malatya ve Çukurova hattını geçerek Kudüs’e kadar akınlarda bulunup, aynı yoldan geri dönmüşlerdi. Hunlardan sonra, Sabar (Sabir, Sibir) Türkleri hükümdarları Balak liderliğinde Doğu Anadolu’dan Ankara’ya kadar olan toprakları vurarak pek çok ganimet elde etmişlerdir (515/16). İlk Müslüman-Türk Komutanların Akınları: Emeviler ve Abbasilerin hizmetine giren ilk Müslüman Türk komutanların Bizans’la mücadelesi, Anadolu’ya yapılan akınların diğer bir devresini oluşturur. Özellikle Abbasiler zamanında Bizans üzerine yapılan gazalarda Türk komutanları önemli rol oynamışlardır.

Tarsus- Malatya- Erzurum hattı boyunca gerçekleşen mücadelede Sugur ve Avasım adı verilen uc(sınır) bölgelerine yerleştirilen Türkler, Batı Anadolu‘ya kadar uzanan akınlara katılmışlardır(8.-9.yüzyıllar). Bu akınların başında Afşin, Vasıf et- Türkî, Kayı oğlu Ahmed, Haris, Buğa gibi Türk komutanlar bulunmaktaydı. Bu seferler neticesinde Anadolu’nun pek çok bölgesi harap hâle gelmiş, bu durum ileride yapılacak fetihler için kolaylık sağlamıştır.Oğuz-Selçuklu Akınları: Daha önce yapılan Anadolu seferleri yurt kurmak amacından uzak, sadece askerî harekâtlar şeklinde gerçekleşmişti. Selçuklu devrinde başlayan akınlar ise plânlı ve yurt kurmaya yönelikti. Bu sebeble Oğuz (Türkmen)-Selçuklu akınları büyük bir öneme sahiptir. Henüz bir devlete sahip olmayan Selçuklular, güçlü Karahanlı ve Gazneli devletlerinin şiddetli baskısı ve takibi altında kalmışlardı. Bu zor şartlar sebebiyle Selçuklular yeni bir yurt arama mecburiyeti duymuşlar ve bu maksatla batıya keşif birlikleri göndermişlerdir. Böylece Anadolu’ya ilk Selçuklu akınları başlamış oluyordu.

Çağrı Bey‘in ilk Anadolu Seferi: Maveraünnehir’deki zor durumdan kurtulmak için Çağrı Bey komutasında Anadolu’ya bir keşif harekâtı düzenlendi. Çağrı Bey Emrindeki üç bin atlı ile önce Azerbaycan ve ardından Van, Kars yörelerine girdi (1018). Ermeni kaynaklarının belirttiğine göre Mızrak, ok ve yaydan oluşan silâhları çekili, beli kemerli uzun ve örülü saçlı, rüzgâr gibi uçan Türk atlıları karşısında Bizans Komutanı Senekerim’in gönderdiği kuvvetler yenilgiye uğradılar. Daha sonra Nahcivan ve Gürcü memleketleri üzerine yürüyen Çağrı Bey, karşılarında duracak bir kuvvet olmadığını gördü.1021’de geri döndü ve bu durumu Tuğrul Bey’e iletti. Anadolu’nun yerleşmek için uygun olduğuna karar verdiler.Tuğrul Bey Zamanındaki Akınlar: Selçukluların lideri Aslan Yabgu’nun hile ile yakalanıp Kalencer Kalesine hapsedilmişti. Bunun üzerine Arslan Yabgu’ya bağlı bazı kitleler Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya göçtüler (1028-38). Daha önce Irak bölgesine gelen Kızıl Boğa, Göktaş gibi kumandanların idaresindeki Türkmenlerlerle birlikte bu gruplar Diyarbakır, Mardin, Van ve Erzurum civarlarında görünüyorlardı. Gürcü ve Ermeni kuvvetlerine karşı başarı kazanan Oğuzlara engel olmak isteyen Bizans karşı harekâta geçti. Tuğrul Bey de buna karşılık İbrahim Yınal, Kutalmış ve Musa Yabgu’nun oğlu Hasan’ı Anadolu‘ya akınlar için görevlendirdi.


PASİNLER SAVAŞI
Bizans ve Gürcü kuvvetleri Pasinler çevresinde akınlarda bulunan Musa Yabgu’nun oğlu Hasan Bey komutasındaki Selçuklu birliklerini pusuya düşürdüler. Zap Suyu yöresindeki savaşta Hasan şehit oldu. (1047/8). Tuğrul Bey bu duruma çok üzüldü. Hasan’ın intikamını almak için İbrahim Yınal ve Kutalmış’ı görevlendirdi. İki komutan Erzurum’a doğru ilerlediler. Bizans, Gürcü ve Ermeniler’den oluşan düşmanı Pasinler Ovası’nda karşılayan Selçuklular büyük bir zafer kazandılar .

(1048). Gürcü Kralı Liparit esir alındı.Pasinler Savaşı düzenli Selçuklu ordularının Anadolu’da kazandığı ilk büyük savaş olması sebebiyle önemlidir. Daha önceki devrede mücadele vurkaç taktiği güden Türkmenler tarafından gerçekleştirilirken, bu savaşta Selçuklu hanedanına mensup kişilerin komutasındaki ordu kullanılmıştır. Nitekim Bizans yenilgiyi kabul ederek Selçuklu devletiyle barış anlaşması yapar. Bu barışa göre Bizans imparatoru, IX. yüzyılda yapılan ancak sonra yıkılan İstanbul’daki camiyi tamir etmeyi ve burada Tuğrul Bey adına hutbe okutmayı kabul eder. Ancak vergi vermeyi reddeder.Tuğrul Bey’in Anadolu Seferi: Vergi ödemeyi reddeden imparatorun Doğu Anadolu’ya ordu sevk etmesi üzerine Tuğrul Bey bizzat sefere çıkar (1054). Erciş, Bayburt, Kemah ve Erzincan ele geçirilir.

Malazgirt’i kuşatan Tuğrul Bey, kışın yaklaşması üzerine ordusunu geri çekerek, Rey‘e döner. Bu seferden sonra Anadolu’nun fethi için Çağrı Bey’in oğlu Yakutî görevlendirilir (1057). Yakutî Yakutî Sivas’ı alır ve Kayseri’ye kadar ilerler. Öte yandan Kars ve Ani kuşatılır. Dinar Bey’e bağlı birlikler de Malatya civarına inerler. Bu akınlar Alp Arslan zamanına kadar devam etmiştir.

İLK AKINLARIN ÖNEMİ
Anadolu’ya yapılan bu ilk Türk akınları görünüşte kalabalık Türkmen kitleleri tarafından gerçekleştirilen, düzensiz ve yağmayı amaçlayan hareketlerdir. Halbuki bu gerçek değildir. Türkmen başbuğları komutasındaki Türkmen kuvvetleri, belirli bir plân çerçevesinde, disiplin içinde hareket etmişlerdir. Anadolu’nun içlerine kadar yapılan akınlarda, Bizans ordularının ikmal yolları üzerindeki şehirler hedef olarak seçilmiştir. Böylece bölgedeki Bizans savunma gücüne ağır darbeler vurulmuştur. Bu akınlar, daha sonra gerçekleşecek olan fetih ve yerleşme hareketlerine uygun bir zemin hazırlanması açısından oldukça önemlidir.


MALAZGİRT SAVAŞI VE SONRASI
Alp Arslan’ın Büyük Selçuklu tahtına geçmesiyle birlikte, Anadolu’ya yapılan akınlar tekrar hız kazanmıştır. Nitekim Alp Arslan 1064 yılında büyük bir orduyla Azerbaycan’a gelir. Gürcistan‘ı tamamen fetheder. Doğu Anadolu sınırlarındaki Bizans idaresini kabul etmiş bazı Gürcü ve Ermeni prensliklerini kendine bağlar. Devrin en güçlü surlarına sahip olduğu için fethedilemez denilen Ani Şehrini ele geçirir (Ağustos 1064).

Ayrıca Kars ve Van da Türkler tarafından alınır.1066 yılından itibaren Gümüştegin, Afşin, Emir Sanduk gibi ünlü Türk komutanları Anadolu’ya akınlar düzenler. Bu akınlarda Türk kuvvetleri Orta ve Güney Anadolu’yu baştan başa geçer ve birçok şehri ele geçirir.Bizans’ın Karşı Tedbirleri: Bu sırada Bizans iç karışıklıklar ve taht mücadeleleri ile karşı karşıya idi. Türk akınları karşısında âciz kalan Bizans, Anadolu’nun elden gitmekte olduğunu görüyordu . Bu kötü gidişe dur demek için dul imparatoriçe, Kayserili bir general olan Romanos Diogenes ile evlenmek zorunda kaldı. Böylece Romanos Diogenes (Roman Diyojen) Bizans’ın yeni imparatoru oldu (Ocak 1068). İmparator Anadolu’ya geçerek, Selçuklulara karşı büyük bir ordu hazırlamaya başladı. Daha önce de Anadolu’daki birçok Bizans kaleleri yenilenmiş ve ordunun ihtiyaçları için zahire ve mühimmat toplanmıştı .Nihayet imparator Anadolu’ya birbiri ardına iki sefer düzenledi. Ancak Emir Afşin başta olmak üzere diğer Selçuklu komutanları, bu kalabalık ordu seferdeyken, Ege kıyılarına kadar birçok akınlar yapmakta , Konya, Afyon, Denizli gibi şehirleri tahrip etmekteydiler.(1068-69) İmparator yaklaşan kış sebebiyle İstanbul’a geri dönmek zorunda kaldı.


MALAZGİRT SAVAŞI
İmparator Diogenes, Türklere son ve kesin bir darbe vurmak istiyordu. Bu sebeble 200 bin kişilik büyük bir ordu hazırladı. Bu ordu da Ermeni, Gürcü ve ücretli Frank, Norman, Rus kıt’alarının yanı sıra, Türk soyundan Uz ve Peçenek kuvvetleri de bulunmaktaydı. Nihayet Bizans ordusu doğuya doğru sefere çıktı. Bu sırada Alp Arslan, Mısır seferine çıkmıştı. Henüz Halep kuşatmasında bulunuyordu. Bizans ordusunun ilerleyişini duyunca süratle geri dönmeye karar verdi. Yaşlı ve yorgun askerlerini bırakarak emrindeki dinç kuvvetlerle Ahlat’a geldi. Birkaç kez barış teklif ettiyse de bunu Alparslan’ın korkusuna yorumlayan Romanos Diogenes, barışı reddetti. Artık savaş kaçınılmazdı.Devrin kaynaklarına göre Bizans’ın 200 binlik ordusuna karşı, Selçuklu kuvvetleri 50 bin kadardı. Bizans ordusundaki Peçenek ve Uz askerleri, karşılarındakinin Türk olduğunu görünce Selçuklu tarafına geçmişlerdi . İki ordu Malazgirt Ovası’nda mevzilendi. İslâm ülkelerinin her köşesinde, Alp Arslan’ın zafer kazanması için hutbe okunuyor, dua ediliyordu. Nihayet Alp Arslan ordusu ile cuma namazını kıldıktan sonra askerini oldukça etkileyen, coşkulu bir konuşma yaptı; şehit düşerse üstündeki beyaz elbisenin kefeni olduğunu, onunla gömülmesini vasiyet etti. Sonra eski Türk geleneğine uyarak atının kuyruğunu bağladı ve ordusunun başına geçti. (26 Ağustos 1071)Alp Arslan sayıca çok üstün olan Bizans kuvvetlerine karşı Türk savaş taktiği olan „Turan taktiği“ni başarıyla uyguladı. Askerlerin bir kısmı savaş alanının iki yanındaki tepelerde pusuya yattı. Diğer kuvvetler düşmana saldırdı ve kaçar gibi yaparak geri çekildiler (sahte ric’at). Türklerin bozguna uğradığını zanneden Bizans kuvvetleri disiplinsiz bir şekilde Selçuklu kuvvetlerini takibe başladı ve merkezden epey ayrıldılar.

Pusuya doğru çekilen Bizans ordusu, bu tuzağı geç fark etti. Geri çekilmeye çalıştıkları sırada Ermeniler ve yedek kuvvetler savaş alanından kaçtılar. Tam anlamıyla çembere alınan Bizans ordusu, akşama kadar süren Türk hücumlarıyla âdeta yok edildi. İmparator yaralı olarak ele geçirildi (26 Ağustos 1071).Alp Arslan, imparatorun umduğunun aksine, ona çok iyi muamele etti; saygı gösterdi. Aralarında yapılan anlaşmaya göre, imparator kurtuluş akçası (fidye) karşılığında serbest bırakılacaktı. Ayrıca Bizans’ın elindeki bütün Müslüman esirler salıverilecek ve Selçuklulara yıllık vergi ödenecekti.

Ancak Türk askerlerinin eşliğinde memleketine gönderilen Romanos Diogenes tahtından indirildi. Gözlerine mil çekilerek hapse atıldı. Yerine geçenler bu anlaşmayı tanımadılar. Bunun üzerine Türk komutanlara Anado-lu’nun fethinin tamamlanması emri verildi.

MALAZGİRT ZAFERİNİN ÖNEMİ VE SONUÇLARI
Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Malazgirt Zaferi sonucunda Anadolu’nun kapıları kesin olarak Türklere açılmış oluyordu. Böylece Anadolu’nun, Türklerin ebedî vatanı olması için en büyük adım atılmıştır. Zaferden sonra Anadolu’da irili ufaklı birçok Türk devleti kurulmuş, Türkiye Cumhuriyetine kadar uzanan Türkiye tarihi başlamıştır. Bu zaferle, Türklerin İslâm dünyasındaki prestiji ve liderliği daha da güçlenmiştir. Malazgirt Zaferi, Avrupa’da da derin izler bırakmıştır.

Bizans’ın yenilmesi üzerine kendilerini de tehlikede gören Hristiyan Avrupa, Türklere karşı ittifaklar oluşturmuşlardır. Haçlı ittifakı aslında bu zafere bir tepki olarak doğmuştur. Haçlı Seferleriyle Türk ilerleyişi durdurulmak istenmiştir . Malazgirt Zaferi ile Anadolu’nun kapıları ardına kadar açılmış idi. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi safhası başlamış ve kısa süre zarfında Türkler Anadolu’da çoğunluğu sağlamışlardır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde irili ufaklı Türk devletleri ortaya çıkmıştır.

ANADOLU’DA DENGELERİN TÜRKLER LEHİNE BU DENLİ HIZLA DEĞİŞMESİNİN SEBEPLERİ NELERDİ?

a- Bizans idaresindeki Anadolu’nun durumu:
Bizans idaresinde yaşayan halk yönetimden memnun değildi. Çünkü Bizans özellikle köylülere ağır vergiler yüklüyor ve Ortodoks mezhebinden olmayanlara baskı uyguluyordu . Ayrıca aralıklarla süren İran, Arap ve Türk akınları halkın daha batıya göç etmesine yol açmıştı. Kısacası savaşlar, yönetimin baskısı ve salgın hastalıklar nedeniyle nüfus oldukça azalmıştı.

b-Türk göçleri:
Seyhun ötesindeki kalabalık Türkmen (Oğuz) kitleleri, Selçuklular tarafından Anadolu’ya sevk edilmekteydi. yerli nüfusun âdeta terk ettiği Anadolu toprakları, tarım ve hayvancılığa elverişliydi . Bu sebeple Türkmenler, aileleri, hayvanları ile birlikte Anadolu yaylalarına yerleştiler. XIII. yüzyıldaki Moğol baskısı sebebiyle ikinci bir göç dalgası yaşandı. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi tamamlanmış oldu.

TÜRKİYE’DE KURULAN İLK TÜRK DEVLETLERİ

Malazgirt Zaferi’nden sonra yapılan anlaşmaya Bizans’ın yeni yönetimi uymayınca, Sultan Alp Arslan komutanlarına Anadolu’nun tamamen fethedilmesi emrini vermişti. Alp Arslan’ın yerine geçen Melikşah zamanında da bu fetih hareketleri devam ettirildi. Kutalmışoğlu Süleymanşah ve kardeşi Mansur gibi hanedan üyeleri ile Artuk Bey, Tutak, Danişment Gazi, Mengücek, Ebulkasım gibi komutanlar emrindeki Türkmenlerle Anadolu içlerine akınlar düzenlediler. Anadolu’nun fatihi olan bu değerli komutanlar veya oğulları hâkim oldukları bölgelerde kendi devletlerini kurdular.Bu devletler, Anadolu’da kurulan ilk Türk devletleridir. Melikşah’ın ölümünden sonra (1092) bu Türkmen beylikleri daha bağımsız hareket etmişlerse de çoğu siyasî bakımdan Irak Selçuklularına bağlıydılar. Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol oynayan ilk Türk devletleri, genellikle küçük, mahallî devletlerdi. Ancak Saltuklular, Danişmentliler, Mengücekler ve Artuklular diğerlerinden daha güçlü idi. Zamanla Türkiye (Anadolu) Selçukluları, bu devletler üzerinde hâkimiyetini kurarak, Anadolu’da Türk birliğini sağlamıştır.


1- DANİŞMENTLER (1072-1178)

Sivas merkez olmak üzere Tokat, Niksar, Amasya ve Kayseri civarında kurulmuştur. Devletin kurucusu Melikşah'ın komutanlarından Danişment Gazi Ahmed Bey'dir. Rivayete göre Türkmenlere öğretmenlik yaptığı için Dânişmend Gazi diye anılan Ahmed Bey,Türkiye Selçukluları Sultanı Süleymanşah’ın ölümüyle nüfuzunu daha da artırdı. Ankara, Kastamonu, Çankırı’yı ele geçirdi. I.Kılıçarslan ile beraber Haçlılara karşı savaştı ve Antakya Haçlı Prensi Bohemond’u esir ederek Malatya’yı ele geçirdi. Yerine geçen oğlu Gazi Bey zamanında devlet en güçlü devrini yaşamıştır (1104).

Öyle ki Türkiye Selçukluları ve Bizans’ın iç işlerine müdahale eder oldular. Gazi Bey, Haçlılardan Konya’nın geri alınmasına (1116) ve taht mücadelesinde desteklediği I.Mesud’un burada sultan ilân edilmesine yardım etti. Danişmentliler, her zaman Haçlılara ve Bizans’a karşı başarılar kazanmışlar ve fethettikleri toprakların Türkleşmesini sağlamışlardı. Bu sebeple Türkiye Selçukluları, Türkler arasında itibarı çok fazla olan Danişmentlileri en büyük rakipleri olarak görmüşlerdir. Nitekim taht mücadelelerinden faydalanan II.Kılıçarslan, Danişmentli şehirlerini ele geçirerek bu devlete son vermiştir (1178).


2- SALTUKLULAR (1072-1202)

Beyliğin merkezi olan Erzurum ve civarı, Alp Arslan’ın komutanlarından Ebûlkasım Saltuk tarafından fethedilmişti . Oğlu Ali Bey ise devletin asıl kurucusu sayılır. Ali Bey’in oğlu İzzettin Saltuk zamanında Saltuklular en güçlü dönemlerini yaşamışlardır (1132-1174). Bayburt, Kars, Oltu, İspir, Tercan ve Trabzon havalisi beyliğe dahil edilmiştir. İzzettin Saltuk, bölgedeki diğer Türk beyleri ile iş birliği yaparak Gürcülere karşı başarılı savaşlar yaptı. Ayrıca Trabzon Rumlarıyla da mücadele etti. Gürcüler üzerine sefere çıkan Türkiye Selçukluları hükümdarı II.Süleyman Şah, Saltuklu Beyi Melikşah’tan Erzurum’u alarak bu devlete son vermiştir (1202).


3- MENGÜCEKLER (1072-1228)

Alp Arslan’ın komutanlarından emir Mengücek, Erzincan ve Kemah çevresini fethederek bu devletin temelini atmıştır. Beylik hakkındaki ilk bilgiler oğlu İshak zamanında başlar (1118-1142). Danişmentlilerin hâkimiyetini tanıyan İshak’ın ölümünden sonra devlet iki kola ayrıldı (1142). Oğullarından Davud Erzincan ve Kemah’a; Süleyman ise Divriği’ye hkim oldu.

a- Erzincan-Kemah Kolu; Şebinkarahisar’ı da içine alan bu kol, Alaaddin Keykubad tarafından ortadan kaldırıldı (1228).
b- Divriği Kolu: Bu kol hakkında fazla bir bilgi olmamakla birlikte, 1250 yılına kadar Selçuklu hâkimiyeti altında varlığını sürdürdüğü bilinmektedir.Mengücekler zamanında özellikle Erzincan ve Divriği birer kültür ve ticaret merkezi durumuna gelmiştir.

4- ARTUKLULAR (1101-1409)

Devlet adını Oğuzların Döğer boyundan Eksük-oğlu Artuk Bey’den alır. Anadolu’nun fatihlerinden olan Artuk Bey, hizmetlerinden dolayı Suriye Meliki Tutuş tarafından Kudüs valiliğine getirilmişti. Ancak Kudüs’ün Fatımîlerin eline geçmesi üzerine (1098) Artuk’un oğulları Sökmen ve İl-Gazi burada tutunamadılar. Suriye’nin kuzeyi ve Güneydoğu Anadolu bölgesine geldiler. Selçuklular tarafından kendilerine verilen bölgede, üç kol hâlinde, Artuklu devletini kurdular. Hasankeyf-Amid (Diyarbakır)

Artuklu Kolu (1101- 1231): Artuk Bey’in oğlu Sökmen tarafından Hasankeyf’te (Hısn-ı Keyfâ) kuruldu. Nurettin Mehmet zamanında, Selahaddin Eyyubî‘nin de yardımıyla Diyarbakır (Amid) ele geçirildi (1183) ve burası Artukluların merkezi oldu. Eyyubîler Hasankeyf ve Amid’i ele geçirerek bu kola son verdiler (1231).

Sökmen ve oğulları Haçlılar’a karşı mücadeleleriyle ün kazandılar. Nitekim Sökmen, Türkmen liderlerinden Çökürmüş ile birlikte, Urfa Haçlı Kontu II.Boudain’i esir etmeyi başarmıştır.Artuklular zamanında Diyarbakır ve çevresi Türk kültürünün en önemli merkezi hâline gelmişti.Mardin Artuklu Kolu (1108-1409)rtuklu şubeleri içerisinde en güçlü ve uzun ömürlü kolu oluşturur . Artuk Bey’ in diğer oğlu İl-Gazi tarafından Mardin’de kurulmuştur(1108). İl-Gazi Halep halkının isteği üzerine Halep’e girmiş ve oğlu Temurtaş’ı burada bırakmıştır. Oğlu Temur- taş, İl-Gazi gibi bölgedeki Haçlılarla mücadele etmiş; 1144’de Urfa’yı Haçlılardan alması İslâm dünyasında sevinçle karşılanmıştır.Güçlü devletler arasında kalan Mardin Artukluları, Eyyubîler ve Selçukluların hâkimiyetini tanımışlardı. 1243’ de ise İlhanlılar’a bağlandılar . Nihayet, Mardin’i alan Karakoyunlular bu devlete son verdiler (1409). Harput Artuklu Kolu (1185-1234): Hasankeyf koluna hükümdar olamayan Ebûbekir, Harput’a gelerek, Harput Artuklu kolunu kurmuştur (1185). Alaaddin Keykubad’ın Harput’a girmesiyle bu kol sona ermiştir (1234).


5- SÖKMENLİLER (110-1207)

Sultan Alp Arslan’ın yeğeni Kutbettin İsmail’in komutanlarından Sökmen El -Kutbî tarafından, Van Gölü havzasında kurulmuştur. Sökmen, Müslüman Mervanoğulları’ndan Ahlat’ı alarak burayı merkez yaptığından bu beyliğe Ahlat Şahlar veya Ermen Şahlar da denilmektedir. Son Sökmen beyi İzzettin Balaban zamanında idare Eyyubîler’in eline geçmiştir. (1207)

Togan-Arslanoğulları-Dilmaçoğulları (1084-1394)Bitlis-Erzen dolaylarında kurulmuştur. Beyliğe adını veren Dilmaçoğlu Mehmet Bey, Malazgirt Savaşı’na katılmış komutanlardandır. 1104 yılında başa geçen Mehmet Bey’in oğlu Togan Arslan, büyük bir üne sahipti. Bu sebeple kendi soyundan gelen Erzen beyleri için Togan-Arslanoğulları denmiştir. Gürcü ve Haçlılarla mücadele eden bu beylik, oldukça uzun ömürlü olmuştur. Selçuklulardan sonra Harzemşah ve İlhanlı hâkimiyetine girmişler; Akkoyunlular tarafından beyliğe son verilmiştir (1394).


6- İNANOĞULLARI (1103-1183)

Diyarbakır ve çevresinde kurulmuştur. Suriye Selçuklu meliki tarafından Amid (Diyarbakır) valiliğine getirilen Tuğ Tegin, Haçlılarla mücadele için ayrıldığı şehri Türk beğlerinden İnal’a vermişti. İnal Bey 1103’de Amid’de kendi hükûmetini kurdu. Yaklaşık 80 yıl süren beylik, Amid’in Selahaddin Eyyubî tarafından ele geçirilmesiyle sona ermiştir (1183). İnaloğulları, Amid’de(Diyarbakır) birçok eser bırakmıştır. Onlar zamanında şehirde 40 bin ciltlik bir kütüphane kurulmuştur.

7- ÇUBUKOĞULLARI (1085-1113)

Beyliğe adını veren Emir Çubuk, Anadolu’nun fethinde ve özellikle Amid’in (Diyarbakır) ele geçirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bir ara Selçuklular adına Amid askerî valiliğine de getirilen Emir Çubuk, Harput merkez olmak üzere Palu, Arapkir ve Çemişkezek’te kendi hükûmetini kurmuştur. Oğlu Mehmed Bey zamanında Artuklu Belek Gazi, Harput’u ele geçirerek beyliğe son vermiştir (1113).

- ÇAKA BEY (1081-1097)

İzmir ve çevresinde kurulduğundan İzmir Beyliği olarak da anılır. Oğuzların Çavuldur boyuna mensup olan Çaka Bey, uzunca bir müddet kaldığı İstanbul’dan kaçarak, İzmir’ e gelmiş ve burada beyliğini kurmuştur (1081). Bizans tahtını ele geçirmek için Peçeneklerle ittifak kurmuşsa da amacına ulaşamamıştır. Ancak oluşturduğu donanma ile Midilli, Sakız, Sisam, Rodos gibi Ege adalarını ele geçirmiştir . Bu güçlü düşmandan kurtulmak isteyen Bizans, damadı olan I.Kılıçarslan’ı aleyhine
kışkırtmıştır. Bir rivayete göre Kayınpederi Çaka Bey’i yanına çağıran I. Kılıçarslan, onu hileyle öldürtmüştür. Ancak bazı kaynaklarda Çaka Bey’in ölmediği ve Bizans donanmasının kuşatmasındaki İzmir’i teslim ettiği yazar (1097).Çaka Bey, Anadolu’daki ilk Türk denizcisi, kurduğu donanma ise ilk donanma olarak kabul edilmektedir.


9- TANRIVERMİŞOĞULLARI

Çaka Bey’in İzmir’de hâkimiyetini kurduğu yıllarda Tanrı-bermiş adlı bir Türk komutanı da ele geçirdiği Efes’te beyliğini kurmuştu. Bizans’ın sahil bölgelerine yolladığı donanma Efes’i ele geçirince bu beylik de ortadan kalkmıştır ( 1097).


10- İNANÇOĞULLARI (1262-1335)

Kurulduğu yerden dolayı Lâdik -Denizli Beyliği adıyla da bilinir. Bu bölge Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir süre sonra Türkleşmiştir. Nitekim Denizli bölgesine 200 bin çadır halkının yerleştiğini dönemin kaynakları yazar. 1262 yılında Selçuklulara karşı ayaklanarak, İlhanlı hâkimiyetine geçen Mehmet Bey, devletin kurucusudur. Mehmet Bey’in torunu olan İnanç (Yinanç) Bey, beyliğe ismini vermiştir. Germiyanlıların ilhakıyla İnançoğulları beyliği sona ermiştir (1335).
TÜRKİYE SELÇUKLU DEVLETİ

Malazgirt Zaferi’ni takip eden yıllarda, Selçuklu komutanları emrindeki Türkmenlerle birlikte Anadolu’nun büyük bir kesiminde fetih hareketlerine girişmişlerdi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi özellikle Doğu ve Güney doğu Anadolu bölgelerinde birçok Türk devleti kurulmuştu. Orta ve Batı Anadolu akınları ise Artuk Bey ve Tutak tarafından yönetilmekteydi. Ordusu Malazgirt’te büyük ölçüde dağılmış, taht mücadeleleri ile çalkalanan Bizans, bu akınlara karşı koyacak güçten yoksundu. Artuk Bey’in bölgeden ayrılmasından sonra, Süleyman Şah ve kardeşleri, Melikşah tarafından Anadolu’nun fethiyle görevlendirildiler. Böylece Türkiye Selçuklu-larının temeli atılmış oldu.Türkiye Selçuklu Devleti’nin Kuruluşuürkiye Selçuklularının kurucusu olarak bilinen Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Selçuklu hanedanına mensuptu. Dedesi Arslan Yabgu, hile ile Gazneliler tarafından yakalanıp, tutsak alınınca, Selçuklu tahtına yeğenleri Tuğrul ve Çağrı Bey geçmişti. Arslan Yabgu’nun ailesi bu olayı hiçbir zaman unutmadı.

Nitekim Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış, Alp Arslan’ın hükümdarlığını kabul etmeyerek isyan etmiş ve savaş sırasında ölmüştü(1063). Melikşah, Kutalmış’ın oğullarını Anadolu’nun fehtinde görevlendirerek, hem bu ailenin gönlünü almış hem de merkezden uzaklaştırarak, olası bir taht mücadlesinin önüne geçmiş oluyordu. Ayrıca Arslan Yabgu’ya bağlı Türkmenler de bu yolla, Anadolu’ya sevk ediliyordu.Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve kardeşleri Mansur, Alpdilek ve Dolat, önceleri Fırat ırmağı boylarında ve Urfa civarında fetihlerde bulundular. Bizans’ın elindeki Antakya’yı kuşatarak, burayı vergiye bağladılar (1074). Süleyman Şah daha sonra Batı Anadolu’ya yönelerek Bizans’a karşı topraklarını genişletir. İstanbul’un yanı başındaki İznik’in fethiyle burası merkez yapılır ve böylece Türkiye Selçukluları fiilen kurulmuş olur (1075).Süleyman Şah’ın, devletin sınırlarını Üsküdar ve Kadıköy’e kadar genişlettiğini duyan Türkmenler akın akın Anadolu’ya göçüyor, ülkede Türk nüfusu sür’atle çoğalıyordu. Onun adil yönetimi, Müslüman olmayan kitleleri de kendine çekiyordu. Bizans’ın köle muamelesi yaptığı köylüler, Selçuklu yönetimi altında hürriyetlerini kazanıyor, toprak sahibi oluyorlardı. Bizans tahtına geçen Aleksi Komnen, her geçen yıl itibarını ve topraklarını artıran Süleyman Şah ile bir anlaşma imzalamak zorunda kalır (Dragos Anlaşması) . Anlaşmaya göre Selçuklular, İstanbul Boğazı’nı terk ederek Dragos Suyu’na çekilecek, karşılığında ise Bizans’tan vergi alacaktır (1081).Süleyman Şah, Bizans ile anlaşma yaptıktan sonra yeniden Doğu seferine çıktı.

Ermeniler’in elindeki Antakya’yı ele geçirdi (1084). Antakya ile beraber Çukurova’nın tamamı Selçuklu hâkimiyetine girdi . Antakya’dan vergi alan Halep emiri Şerifüddevle, bu durumu kabul etmeyerek Süleyman Şah ile savaştı. Ancak savaş alanında öldü. Süleyman Şah Halep’i kuşattı. Kendi hâkimiyet sahasındaki Halep’in kuşatılması üzerine Suriye Selçuklu Meliki Tutuş, Artuk Bey‘le beraber harekete geçti. Haleb yakınında yapılan savaşta Süleyman Şah yenildi. Üzüntüsünden kendi hayatına kıydı (1086).

Sultan Melikşah, kendine bağlı beylerin birbiriyle mücadele etmesinin Selçuklu hâkimiyetini sarsabileceği endişesiyle duruma müdahale etmek üzere Suriye’ye gelir ve neticede hanedan üyelerinin hak talep ettiği Antakya, Halep ve Urfa’yı merkeze bağlar. Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın oğulları Kılıçarslan ve Kulan Arslan’ı (Davud), yanına alarak, geri döner. Böylece Anadolu Selçukluları Melikşah’ın ölümüne kadar merkezden gönderilen komutanlar tarafından idare edilmek istenir. Fakat bu maksatla Anadolu’ya gönderilen Porsuk ve Bozan bunu başaramazlar. Sultan Melikşah’ın vefat etmesi üzerine, Kılıç Arslan ve kardeşi 6 yıldır gözetim altında bulundukları İsfehan’dan Anadolu’ya dönerler (1092).

I.Kılıçarslan, İznik’te tahta çıkarak, Türkiye Selçuklularının hükümdarı olur. Büyük Selçuklu Devleti ile gizliden gizliye sürdürülen hâkimiyet mücadelesi Melikşah’ın ölümüyle aşikâr bir hâl almış ve Türkiye Selçukluları artık müstakil hareket etmeye başlamıştır. I.Kılıçarslan, kuvvetli bir donanma inşa eden Çaka Bey’in kızını alarak, onunla ittifak kurdu.
Ancak Bizans’ın kışkırtmasıyla, Anadolu hâkimiyetine engel gördüğü Çaka Bey’i daha sonra ortadan kaldırdı (1093). Marmara kıyısında oluşturduğu donanma ile güçlenen I.Kılıçarslan, Bizans’a yöneldiği esnada kendisini Haçlılar gibi büyük bir tehlike bekliyordu. Vatan kurma aşamasında olan Selçuklular Haçlı seferleriyle büyük bir darbe yedi. Batı Anadolu ve Marmara elden çıktı.Selçuklular iç bölgelere çekilmek zorunda kaldılar. Kalabalık Haçlılar karşısında şehirler harap hâle geldi; sayısız can ve mal kaybı oldu. Suriye, Mısır ve Filistin’de birçok şehir Haçlıların eline geçti. İlk Haçlı Seferi: Bizans İmparatoru Aleksi Komnen, Türk ilerleyişini durdurmak için Papa II.Urban’dan yardım istemişti. Papa bir çağrıda bulunarak Türklere karşı harekete geçilmesini sağladı. Böylece Haçlı seferleri başlamış oluyordu. Piyer L’hermit liderliğindeki sayıları yüz binleri bulan çapulcu ve düzensiz kitlelerden oluşan ilk Haçlı grubu İstanbul’a ulaştı(1096). Bu sırada I.Kılıçarslan, Danişmentlilere karşı Malatya kuşatmasında bulunuyordu. Haçlı ordusunun geldiğini duyunca hemen geri döndü. İlk Haçlı kitlesinin tamamına yakını sultanın kardeşi Davud tarafından yok edildi. Ancak arkadan gelen ve sayıları yüz binleri bulan asıl Haçlı ordusu İznik’i ele geçirdi (17 Haziran 1097). I.Kılıçarslan Haçlı ordusunu Eskişehir (Doreleon) yakınında karşıladı. Onları bozguna uğrattıysa da sayıları oldukça fazla olan Haçlılar karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Bundan sonra Haçlılara karşı vur kaç taktiği uygulandı. Yıpratma savaşıyla Haçlılara büyük zayiat verdiriliyordu.

Ancak Konya, Urfa, Antakya gibi şehirlerin düşmesine engel olunamadı. Nihayet Haçlılar, Fatımîlerin elindeki Kudüs’e ulaştı ve burayı işgal ettiler(15 Temmuz 1099). Haçlılar ele geçirdikleri yerlerde, Haçlı kontluklarını kurdular.I.Kılıçarslan’ın Ölümü: İlk Haçlı seferinin bu şekilde neticelenmesinden sonra, I. Kılıçarslan, Anadolu Türk birliğini sağlamak için tekrar doğuya sefer düzenler. Kendine rakip gördüğü Danişmentliler üzerine yürür. Elbistan, Maraş ve Malatya’yı alır. Hâkimiyet sahasını Musul’a kadar genişletir. Bunun üzerine Irak ve Suriye Selçukluları telâşa kapılırlar. Çavlı idaresindeki Büyük Selçuklu ordusu ile I.Kılıçarslan birlikleri karşı karşıya gelir. Artuklu İl Gazi ve Suriye Meliki Rıdvan’ın da katılmasıyla daha da kalabalıklaşan orduya karşı koyamayan I.Kılıçarslan savaşı kaybeder. Geri çekilirken Habur ırmağında boğulur. (1107)I.Kılıçarslan’ın ölümüyle, Anadolu‘da hâkimiyet Danişmentlilerin eline geçmiştir. 1110 yılında I.Kılıçarslan’ın kardeşi Şehinşah tahta oturur. Ancak kardeşi I.Mesud, Danişmentlilerin de desteğini alarak, onunla mücadele eder ve Konya’da tahta çıkar(1116). İznik’in düşmesinden sonra artık Türkiye Selçuklularının yeni başkenti Konya olmuştur.

Selçukluların içinde bulunduğu durumdan faydalanmak isteyen Bizans, Gürcü ve Ermeni kuvvetleri Türklere karşı harekete geçmişlerdir.Danişmentli Emir Gazi’nin ölümü üzerine (1134), Sultan Mesut tekrar güç kazandı ve birliği sağlamayı başardı. Bizans İmparatoru Manuel Komnen ile Konya yakınlarında yapılan savaşta Selçuklular büyük bir zafer kazandılar (1146). Ancak bu sırada II. Haçlı ordusu yola çıkmıştı.Musul Atabeyi İmadeddin Zengi Urfa’yı Haçlılardan kurtarınca (1144), II. Haçlı Seferi düzenlenmiştir. Seferin başında Alman Kralı III. Konrat ve Fransa Kralı VII. Lui bulunmaktaydı. Ceyhan yakınlarında yapılan savaşta III. Konrat hezimete uğrar ve İznik’e çekilir. VII. Lui de Yalvaç yakınında Türklerin anî hücumuna uğrar, Antalya’ya kaçar. Oradan Kudüs’e geçer (1147). Haçlılar’a karşı kazanılan bu başarılar, Selçukluların itibarını daha da artırır.Sultan I.Mesud daha sonra Ermeni işgalindeki Maraş’ı ele geçirir. Çukurova’da hâkimiyeti sağlar. Danişmentli Beyi Yağı-basan’ı kendine bağlar. Böylece I.Mesut öldüğünde Anadolu’da siyasî birlik sağlanmış oluyordu. (1155).

II.KILIÇARSLAN ZAMANI
I.Mesut ölmeden evvel ülkeyi üç oğlu arasında taksim etmiş, fakat taht için II.Kılıçarslan’ı vasiyet etmişti. II.Kılıçarslan sultan olduğunda öncelikle, kardeşleriyle mücadele eder. Bu sırada gittikçe güçlenen Musul Halep Atabeyi Nurettin Mahmut’un güney sınırlarındaki faaliyetlerini önler. Karışıklıklardan faydalanarak Maraş’ı ele geçiren Ermenileri buradan çıkarır. Kardeşi Şehinşah’ı destekleyen Danişmentliler Bizans ile anlaşır. II. Kılıçarslan, nüfuzunu artırmak için Saltuklu Beyi’nin kızıyla evlenmek ister. Ancak Danişmentli Yağı-basan gelin adayını kaçırır. Bu yüzden Selçuklular, Yağı-basan’ın üzerine yürür, fakat yenilirler (1162).

Danişmentliler ile yaptığı ittifakı bozmak için II.Kılıçarslan İstanbul’a gider ve Bizans’ın Danişmentlilere verdiği desteğin kesilmesini sağlar. Artuklular ile girdiği mücadeleden de zayıf düşen Danişmentlilerin şehirlerini teker teker ele geçirir. Nihayet Malatya ve Sivas’ı da ele geçiren II.Kılıçarslan, Danişmentlilerin hâkimiyetine son verir (1178).Miryakefalon Savaşı: Bizans, II.Kılıçarslan ile yapılan anlaşmayı bozarak, tekrar Danişmentlileri desteklemeye başlamıştı. Ayrıca anişmentlilerden alınan bazı şehirlerin kendine verilmesini istiyordu . Dolayısıyla Selçuklularla savaşmak için bahaneler aramaktaydı. Gerçek sebep Selçukluların Anadolu’da siyasî birliği sağlaması ve Türklerin gittikçe güçlenmesiydi. Nitekim II. Kılıçarslan‘ın barış teklifini reddeden imparator Manuel, 100 bin kişilik bir ordu hazırladı. Manuel‘in maksadı işgalci olarak gördüğü Türklerden Anadolu’yu tamamen temizlemek ve onları Orta Asya’ya kadar sürmekti! İstanbul’dan çıkan Bizans ordusu Konya‘ya doğru yola çıktı. Türkmen beyleri bu kalabalık fakat hantal orduya yol boyunca küçük çaplı saldırılarda bulunarak,onları yıpratıyordu. Bizans ordusu, Homa-Sandıklı-Dinar arasında Miryakefalon adı verilen sarp ve dar bir vadiye girdiğinde, Selçukluların tuzağına düştü. II.Kılıçarslan, çıkışını kestiği vadide Bizans ordusunu ablukaya aldı. Tepelerde mevzilenmiş okçuların oklarından kaçanlar, süvariler tarafından yok edilmekteydi.

Miryakefalon Vadisi Bizans askerlerinin cesetleriyle dolmuştu. (Eylül 1176 ). Bu büyük zafere karşılık, Bizans İmparatoru Manuel ile mütevazi bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Bizans, Eskişehir’de inşa ettiği mevzileri kaldıracak ve Selçuklulara yüklüce bir savaş tazminatı ödeyecekti. Bu savaş, yaklaşık yüz yıl önce kazanılan Malazgirt Savaşı’ndan sonraki en büyük zaferdir.

Miryakefalon Savaşı ile, Anadolu’nun Türklerin vatanı olduğu onaylanmıştır. Bizzat Bizans kaynaklarının da belirttiği gibi o zamana kadar Türkleri işgalci olarak gören Bizans, bu zaferle gerçeği görmüş; Anadolu’nun Türklerin yurdu olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Nasıl ki, Malazgirt Meydan Muharebesi vatan kuran bir savaş olarak niteleniyorsa Miryakefalon da vatan kurtaran bir savaş olarak nitelenebilir. Son kez savunmada kalan Türklere karşı artık Bizans savunma yapmak zorunda kalacaktır. Bu savaş sonuçları itibariyle Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Büyük Taarruz ile benzerlik gösterir. Miryakefalon öncesinde Bizans, Türkleri Anadolu’dan atmayı plânlamış; İstiklal Harbi’nde de Yunanistan aynı maksadı gütmüştür. Fakat her iki mücadele sonunda Türklerin, Anadolu’nun tapusunu ellerinde bulundurduğu gerçeğini, düşmanların tescil etmek zorunda kalmasıyla neticelenmiştir. Miryakefalon Zaferi’nden sonra Selçuklular, Batı Anadolu yönünde genişlediler.

II.Kılıçarslan zamanında Selçuklular bölgenin en kuvvetli devleti hâline gelmişti. İyice yaşlanmış olan sultan ülkesini eski Türk geleneklerine uygun olarak 11 oğlu arasında paylaştırdı. Küçük oğlu Gıyaseddin Keyhusrev’i veliaht tayin etti. Fakat henüz sağlığında oğulları arasında taht mücadeleleri başladı.
Bu esnada III.Haçlı Seferi düzenleniyordu.Selahaddin Eyyubî‘nin Kudüs’ü ele geçirmesi (1187), üçüncü kez Haçlı seferinin düzenlenmesine vesile olmuştur. Bu sefere Alman İmparatoru Frederik Barbaros, İngiltere Kralı Arslan Yürekli Rişar ve Fransa Kralı Filip Ogüst katılmıştır. Anadolu’ya geçen Frederik Barbaros’a karşı, kardeş kavgası ile uğraşan Selçuklu ordusu fazla bir direniş göstermedi.

Konya Haçlıların eline geçti . Buna rağmen Türkmen cemaatleri baskınlar düzenleyerek Haçlı ordusunu oldukça yıpratmaktaydı. Alman İmparatoru F. Barbaros Silifke Suyu’nda boğulunca ordusu tamamen dağıldı. Böylece Selçuklular yeni bir Haçlı tehlikesini daha atlatmış oluyordu. Deniz yoluyla giden diğer krallar da başarı sağlayamadılar. Ancak II.Kılıçarslan, oğullarının birbiriyle mücadele etmesinden duyduğu derin üzüntünün neticesinde vefat etmişti (1192).II.Kılıçarslan’ın ölümünden sonra, Uluborlu hâkimi I.Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktı. Ancak kardeşleri onun hükümdarlığını tanımadılar. Batıda Bizans ile mücadele ettiği sıralarda, Tokat meliki olan ağabeyi II.Süleyman Şah güçlenmekteydi.

CELALEDDİN HARZEMŞAH İLE MÜCADELE VE YASSI-ÇEMEN SAVAŞI

Moğol istilâsına uğrayan ülkesini terk etmek zorunda kalan Celaleddin Harzemşah, Doğu Anadolu bölgesine gelmişti. Alaaddin Keykubad, Moğol tehlikesinin büyüklüğünü bildiğinden Eyyubiler’den sonra Harzemşah Celaleddin‘e de ortak hareket etme teklifinde bulundu. Ancak Celaleddin, kendisini Büyük Selçukluların vârisi gördüğünden, Türkiye Selçukluları’nı hâkimiyeti altına almak istiyordu. Selçukluların Erzurum hâkimi Cihanşah’ın da kendine katılması ve kışkırtmaları onu daha da cesaretlendiriyordu. Nitekim Ahlat’ı kuşatarak niyetini göstermiştir. Alaaddin Keykubad, veziri Altun Aba’yı göndererek, son kez anlaşmak istediğini bildirdi.Fakat bu teşebbüsler sonuç vermeyince savaş hazırlıklarına girişildi.

İhtiyatlı davranan Keykubad rakibini önemsiz görmüyordu. Her iki tarafın ordusu da yaklaşık 40 bin kişiden oluşmaktaydı. İki ordu Erzincan yakınlarındaki Yassı-çemen mevkiinde karşılaştı. Ordusunun büyük bir kısmını kaybeden Celaleddin Harzemşah, bu acı mağlûbiyetten sonra Trabzon Rumlarına sığınmak zorunda kaldı (1230). Ülkesine dönmek isteyen Celaleddin bir yıl sonra öldü. Müttefiki Cihanşah esir edildi, Erzurum ele geçirildi. Ahlat , tekrar Eyyubi emirine iade edildi.Celaleddin Harzemşah’ın yenilmesiyle artık Selçuklular ve Moğollar komşu olmuşlardı. Harzemşah ordusundan geriye kalanları da hizmetine alan Keykubad, bir yandan Doğu Anadolu’daki tedbirleri artırırken, öte yandan Moğollarla anlaşma yapmak istiyordu. Bu sebeple Karakurum’daki Moğol Hakanı Ögeday’a elçi gönderdi. Ögeday, Selçukluların kendine bağlanmasını barış için şart koşmaktaydı.Doğu Anadolu’yu tamamen ele geçiren Keykubad, buralara Türk nüfusu yerleştirmekteydi. Eyyubiler’e bıraktığı Ahlat’ı da alarak buraya Türkleri yerleştirdi (1232). Bunun üzerine Eyyubîler ittifakı bozarak Anadolu’ya ordu gönderdiler. Ancak Selçuklular bu orduyu mağlûp etti. Urfa, Harran , Harput gibi şehirler Eyyubiler'den alındı (1235 ). Moğol tehlikesine dikkati çeken Abbasi halifesi iki tarafı da ikna etti. İttifak tekrar kuruldu. Ancak elçilere verdiği ziyafet sırasında zehirlenen Alaaddin Keykubad 1237 yılında vefat etmiştir.

Alaaddin Keykubad zamanı, her açıdan Selçuklular’ın en parlak dönemini oluşturur. Anadolu‘daki Türk siyasî birliği tamamen gerçekleşmiş, devlet en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Ülkenin dört bir yanında imar faaliyetleri hız kazanmıştır. Uzak görüşlülüğü sayesinde Moğol tehlikesi onun zamanında atlatılmştır. Ancak zamansız ölümü, Selçuklular ve İslâm dünyası için gerçek bir kayıp olmuştur.Türkiye Selçuklu Devleti’nin Dağılması: Keykubad’dan sonra Selçuklu tahtına II.Gıyaseddin Keyhüsrev geçti (1237-1246).

Ancak asıl güç veziri Saadeddin Köpek’te idi. Bu vezir türlü hilelerle büyük komutan ve devlet adamlarını öldürttü. Bunlar arasında II.Kılıçarslan ve Keykubad devrinde üstün hizmetleri bulunanan Altun-Apa, Emir Pervane ve ünlü komutan Kemalettin Kâmyar ilk akla gelenlerdir. Harzem Beylerinden Kayır Han’ın katledilmesi ise tam bir felâketle sonuçlanmıştır. Liderlerinin öldürülmesi üzerine Harzemşah askerleri isyan ederek Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını tahrip ettiler. Nihayet bu olayların sorumlusunun Saadeddin Köpek olduğunu anlayan II.Keyhüsrev, vezirini öldürttü (1239). Celâleddin Karatay ‘ı vezirliğe getirdi.Babaîler İsyanı: Devlet otoritesinin sarsılması üzerine Doğu ve Güneydoğu’daki Türkmenler huzursuzlanmışlardı. Devlet Türkmenlere karşı şiddetli tedbirler alınca Türkmenler patlamaya hazır hâle gelmişlerdi. Baba İshak adındaki derviş bu durumdan faydalanarak, Türkmenleri etrafında topladı ve büyük bir isyan başlattı .

Üzerine gönderilen orduları yenen isyancı Türkmenler, Adıyaman ve Maraş’tan sonra Amasya ve Tokat’a kadar isyanı yaydılar. Nihayet Kırşehir dolaylarında Selçuklu ordusu, Türkmenleri yendi. Baba İshak’ın öldürülmesiyle, isyan güçlükle bastırılabildi (1240).Kösedağ Savaşı : Baba İshak İsyanı, devlet otoritesinin ve gücünün daha da zayıflamasına yol açmış idi .Bu isyana kadar, Türkiye Selçuklularından çekinen Moğollar, artık devletin bir isyanı karşılamaya bile gücünün yetmediğini düşünmeye başladılar. Bir Moğol ordusu, Erzurum’u kuşatarak, şehri yağma etti. Böylece Selçuklular’ın kuvvetini sınayan Moğollar, istedikleri sonucu alınca Anadolu’ya Baycu Noyan komutasında bir ordu gönderdiler.

II.Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol ordusunu Sivas-Erzincan arasındaki Kösedağ mevkiinde karşıladı. Selçuklu ordusunun 80 bin kişiyi bulan kuvveti karşısında, Baycu Noyan’ın 30 bin iktisadî bulunmaktaydı. Bu sayı üstünlüğüne rağmen, Selçuklu ordusu iyi yönetilmemekteydi. Henüz öncü kuvvetlerin yenilmesi üzerine, sultan ve komutanlar savaşın kaybedildiğini düşünerek, savaş bölgesinden kaçtılar. Moğollar bile, Selçukluların taktik gereği çekildiklerini zannederek uzun süre onları takip etmediler (1243 ).Kösedağ Savaşı’ndan sonra Moğol orduları Sivas, Erzincan ve Kayseri’yi zapt ederek, bu kültür merkezlerini yağmaladılar; katliamlara giriştiler. II.Gıyaseddin Keyhüsrev, her yıl vergi vermek suretiyle Baycu Noyan ile bir anlaşma yaptı. Böylece Selçuklu Devleti, Moğolların hâkimiyetine girmiş oluyordu.
Selçuklulara bağlı olan Anadolu’daki beylikler ve Trabzon Rumları bağlarını kopardı. Moğollar bu dönemden sonra istedikleri kişiyi Selçuklu tahtına getirmeye başladılar. Artık Selçuklu sultanları âdeta onların memuru gibi hareket etmeye başladılar. Ülkede dirlik düzenlik kalmamıştı. Türkiye Selçukluları’nın Son Zamanları ve Devletin Yıkılışı:1246’da Keyhüsrev öldü, üç oğlu arasında taht mücadelesi başladı. Bu esnada vezir Celaleddin Karatay ülkeyi toparlamaya çalışmaktaydı. Karatay’ın da ölmesi üzerine karışıklık iyice arttı. Moğollların büyük hanı Kubilay, batı seferleri için kardeşi Hülagu’yu görevlendirmişti. Hülagu, İran merkez olmak üzere İlhanlı Devleti’ni kurmuştu. Böylece Türkiye Selçukluları da İlhanlılara bağlanmış oluyordu. Vezir Karatay’ın ölümü üzerine Hülagu, Anadolu’ya Baycu Noyan komutasında ikinci bir ordu yolladı (1254). Hülagu’nun emriyle Selçuklu ülkesi, Kızılırmak sınır olmak üzere ikiye bölündü. Kızılırmak’ın doğusu IV.Kılıçarslan’a; batısı ise II.İzzeddin Keykavüs’e bırakıldı. Ancak asıl yönetim vezirliğe getirilen Muîniddin Süleyman Pervane’ de idi. Muîneddin Pervane, ölene değin devletin bütün gücünü elinde toplamıştır. Bu nedenle 1262-1277 yılları arasına Muîniddin Pervane Devri de denilmektedir. Çok kurnaz bir politikacı olan bu kişi, olumsuz davranışlarına rağmen, halkı bir ölçüde rahatlatmış idi. Bir taraftan İlhanlıları oyalayarak, onların Anadolu’ya girmelerini önlerken, diğer yandan İlhanlılar’a karşı Memluklular’ı gizlice ülkeye davet etmekteydi.

Memlûk Türk Hükümdarı Baybars, Moğollara ilk yenilgiyi tattıran kişi olmuştu (1260). Muîniddin Pervane gibi Anadolu’daki bir kısım beyler de onu Anadolu’ya davet etmekteydiler. Aralarında yapılan gizli görüşmeye göre Sultan Baybars Anadolu’ya geldiğinde Selçuklu beyleri de kendilerine katılacak ve İlhanlılarla mücadele edilecekti. Baybars ordusuyla Anadolu’ya girdi. Fakat İlhanlılardan çekinen Muîniddin Pervane ve beyler Baybars’ı karşılamadılar. Elbistan Ovasında yapılan savaşta Moğol ordusu büyük bir yenilgiye uğratıldı (1277 ). Kayseri’ye giren Sultan Baybars, Selçuklu tahtına oturdu . Fakat kendisini yardıma çağıranlar, yanına gelmediği için burada daha fazla kalmadı . Ülkesine geri döndü.

Anadolu’ya giren İlhanlı Hükümdarı Abaka, Elbistan Ovası’ndaki yenilgi karşısında büyük bir öfkeye kapıldı. Şehirler yağmalandı ve 200 binden fazla Türkmen katledildi. İkili oynadığını düşündükleri Muîneddin Pervane de ortadan kaldırıldı (1277 ). Muîneddin’in Pervâne’nin ölümünden sonra İlhanlılar, devlet işlerine daha çok müdahale etmeye başladılar. Halk üzerindeki baskılarını da gittikçe artırdılar. Vezirliğe getirilen Fahreddin Ali (Sahib Ata), İlhanlı baskısını hafifletmeye çalıştı. Sahib Ata’nın ölümünden sonra (1288) devlet bir daha toparlanamadı. İlhanlı Hükümdarı Gazan Han’ın emriyle, III.Keykubad öldürüldü. Yerine II.Gıyaseddin Mesut getirildi. Bu kişi İlhanlılar’ın sıradan bir memurundan farksız değildi. Nihayet onun ölümünden sonra, Selçuklu sülalesi ortadan kalktı. Artık Türkiye toprakları doğrudan İlhanlı Devleti’ne bağlandı (1308).

İlhanlılar, sınır boyunda yaşayan Türkmen beyleri üzerinde istedikleri hâkimiyeti kuramamışlardır. Nitekim henüz 1277 tarihinde Karamanoğlu Mehmet Bey, Selçuklu şehzadesi olduğu iddiasındaki Siyavuş’un (Cimri) isyanını destekleyerek gücünü göstermiştir. Hatta Selçuklu başkenti Konya’yı ele geçirerek onu tahta oturtmuştu. İşte bu Türkmen beyleri, Türkiye Selçuklularının çöküntüye uğradığı zamanlarda, özellikle sınır boylarında faaliyetlerini artırmışlardır. Böylece Selçuklu Devleti’nin yerine, içlerinde Osmanlıların da bulunduğu yeni beylikler kurulacaktır.

Anadolu'da Antik Kentler

Bergama
Buluntular, Bergama ve yöresinde Prehistorik Çağ’dan bu yana yerleşildiğini kanıtlar. M.Ö. 6. Yy.’da ise Bergama Mysia Eyaleti’ne yerel olarak bağlıdır.
Bu dönemde Lidya Devleti Bergama’da etkinliğini siyasal ve ekonomik yönden benimsetmiştir.Hitit devletinin üstünlüğüde bölgede Lidya kanalıyla gerçekleştirilmiştir. Hitit konfedarasyonu ile doğu-batı köprüsü atılırken , bölge diğer bölgelere göre erken gelişimini oluşturmuştur. Persler kurucuları Kiros ile Anadolu’yu ele geçirdiklerinde Bergama kalesi Grek tiranlarının sığınak ve dinlenme yeri olmuştur.Daha sonraları Perslerin yumuşak yönetimleriyle ekonomik olanaklarını arttırıp bölgenin geleceğini hızla hazırladıkları görülüyor.

M.Ö. 334 yılında ise Makedonya Kralı Büyük İskender Çanakkale Boğazı yoluyla Anadolu’ya geçti. Granikos denilen Biga Çayı bölgesinde Pers kralı III. Darius’u ilk büyük yenilgiye uğrattı. Bu başarısını M.Ö. 333 İssos ve M.Ö. 331 de Gavgamela (Arbil) savaşlarıyla sürdürecektir. Böylece Persler İskender karşısında üç büyük yenilgiden sonra yok olacaktır. Bundan sonra Bergama’da Pers satraplığının yönetiminden çıkıp İskender’in egemenliğine girer.

İskender Bergama’yı Pers komutanı Rodoslu Memnon’un eşi dul Barsine’ye verdi.Bu dönemde Akropol’de bir şehir vardı. Bu kentte yaşayan halkın buraya Ege yoluyla gelmiş oldukları ortaya çıkmıştır. M.Ö. 323’te ise , İskender ölünce büyük bir karışıklık dönemi başladı. Roma toprakları İskender’in generalleri arasında bölüşüldü.Uzun süren karışıklıklardan sonra Bergama Lysimakhos’un egemenliği altına girdi.

İpsos savaşından sonra Bergama’yı düşüren Lysimakhos, Küçük Asya’da kaldığı sürede biriktirdiği servetini kentin yüksek kalesine saklamıştı. O sırada kentin yöneticisi bir kaza sonucu hadım kaldığı söylenen Philhetairos adında bir Paphlagonialıydı. Philhetairos , Lysimakhos’un servetini , O M.Ö. 280 yılında yenilip ölene değin saklamıştı. Daha sonra bunca servet kendisine kalınca , artık Seleukoslara bağımlı kalmasının gerekmediğini farketti ve servetinin bir bölümünü küçük krallığının savunma ekonomisini geliştirmeye ayırdı. M.Ö. 263 yılında öldüğünde varlığını yeğeni Eumenes’e bıraktı. O da bu serveti kat kat artırarak Attalos adındaki oğluna bıraktı. Bergama da Ege’de kıyısı olan bütün Seleukos devletleri gibi, artık haraç almaya başlayan Galatlarla savaşa tutuşmuştu.Bu durumu hiçbir şekilde kabullenemeyen Attalos, harekete geçip bir dizi askari manevrayla onları yenmeyi ve oturdukları toprakların sınırları içinde tutmayı başardı. Bundan sonra gözünü Seleukoslara çevirdi ve o sıralar aralarında sürmekte olan iç savaştan yararlanarak her birinin ordusunu ayrı ayrı yendi.Küçük Asya’nın batısını ele geçirinceye değin onları güneye sürdü.

Roma, Küçük Asya’da ilk kez etkili olmaya başladığında , Attaloslar hala Bergama’da hüküm sürüyorlardı. Büyük Antiokhos’un orduları Menderes’e vardığında II. Eumenes’in yardım için başvurduğu yer Roma oldu. M.S. 190’da Roma’nın Küçük Asya’yı tam olarak istila etmesi birazda bu başvurunun bir sonucudur. Bu istila , Spylos Magnesiası savaşında Antiokhos’un kesin yenilgisi ve Eumenes’ten aldığı bütün toprakları yitirmesiyle sonoçlandı. Böylece Bergama Roma’nın sığıntısı oldu.Bergama’nın etkisi bu yolla kazanılan askeri destekle giderek Kappadokia ve Armenia krallıklarına geğin ulaştı.

Bergama kentinin kendiside bu sırada varsıllığını ve önemini artırdı; son olarak İskenderiye ile boy ölçüşecek kadar büyüyüp o çağda Küçük Asya’nın en büyük tecim merkezi oldu. Yurttaşlarının kültürü, süs eşyasında becerikli ustaları ve altın kaytanlı ipek kumaşları ile sesini duyurdu. Bir başka alandaki buluşları , bugün ‘parşömen’ (pergamena) sözcüğüyle belleklerde yer etti.

Attaloslar birbiri peşi sıra kral oldular. M.Ö. 133’te III. Attalos öldüğünde çocuksuzdu ve döneminin en çok tartışılan belgelerinden biri sayılan vasiyetinde , Bergama devletini Roma’ya bıraktı.

Bu davranışı açıklamak için birçok neden ortaya sürülmüştür. Bunların içinde belki de en akla yakını , Roma emperyalizminin kazanmakta olduğu güç karşısında dayanamayacağını anlayıp teslim olmasıdır. Asıl nedeni ne olursa olsun, vasiyeti Senato’da yapılan bilmece dolu bir tartışmadan sonra Roma’da kabul edildi.Bergama’da ise haberin, özellikle köylüler ile köleler arasında yarattığı coşku daha az oldu. En nihayet Romalılar kondukları mirasın denetimini tam olarak ele geçirmek için veliaht Stratonikos’un başlattığı silahlı ayaklanmayı bastırmak gerektiğini anlamışlardı. M.Ö. 130’da eski Attalosların tüm mal varlığı , toprakları yeni kurulan Asya Eyaleti’yle birleştirildi.

Roma İmp. Çağ’ında şiddetli nüfus artışıyla beraber , şehir ovaya yayıldı.Özellikle İmp. Hadrian zamanında büyük bir yükseliş yaşadı. Asklepios kutsal alanıda bu dönemde inşa edildi.3. yy.’da Roma egemenliği gerilemeye başladı. 8.yy.’da Arap akınlarına karşı Bizanz tahkimatı oldu. 12-14. yy.’larda Bizans yerleşmesi yeniden güçlendi. 14. Yy.’dan itibaren ovada Türk şehri gelişmeye başladı.

Yukarı Agora
1883-84 yıllarında ortaya çıkarılan bu agora, Zeus Sunağı taraçasından 14 m aşağıda ve güneye uzanmış durumdadır. Akropolün en eski yapılarındandır. Kuzey temellerindeki kalıntılar burada daha eski bir yapının olduğunu gösterir. Agora, dağ sırtının küçük düzlüğünden yararlanılarak kayaları parçalayarak açılan bu alanda 83,7x43.5m ölçüsündedir. Anayol bu alanı ikiye bölmüştür. Kuzeyden güneye 90m uzunluğunda ve bunun yarısı kadar
genişlikte olan doğu tarafın agoranın ilk kurulduğu bölge olduğu daha sonra tiyatro ile ilişkisini kolaylaştırmak için genişletildiği sanılmaktadır.
Agoranın üç tarafı porticuslarla çevrilmiştir. Bunlardan kuzey kenarında az, doğu ve güney kenarında daha fazla izler bulunmuştur. Porticusların alana bakan bölümlerinde bir kat, dışa bakan bölümde ise arazinin eğimine göre üç kata kadar çıktığı anlaşılmaktadır. Dorik biçimli
3,83m boyundaki porticus sütunlarının üst bölümünden üçte ikisi derin yivli, alt tarafı ise düz işlenmiştir.
Agora alanında yüksekliği 0,48, genişliği 0,405 ve derinliği 0,385m olan çelenklerle süslü bir yazıtı olan bir sunak altlığı bulunmuştur. Agorada tunçtan bir Hermes Agoreus (Agorada duran) heykeli bulunuyordu. Agoranın batı bölümünde, önündeki sunakları ile küçük bir Agora tapınağı bulunur. Dor ve İon
düzeni karışımında, anteli prostylos tapınak şeklindedir. Bina iki basamak üzerine kurulmuş olup genişliği 7.66m ve uzunluğu 12.30m'dir. Bu tapınağın, bir heykel kaidesindeki yazıttan Dionysos için yapıldığı anlaşılmaktadır. Batı galerinin kuzey köşesindeki, tapınağa benzeyen daha eski yapının anlamı açıklanamamıştır. Kuzeyde, yolun Agoradan çıktığı yerde, sağ tarafta galerinin ucuna eklenmiş niş şeklinde bir kült yapısı vardır. Burada Bergama
Sunağı'nı bulan ve kazısını yapan Karl Humann'ın (1839-1896) granit bir blok altında mezarı yer almaktadır. 40-60cm ölçüsünde sert taşlardan döşemesi olan agora Ortaçağdaki yıkımına kadar köklü bir onarım görmeden ilk yapısını korumuş, VIII.yy'da porticusların temellerine kadar sökülerek
Bizans surlarının yapımında kullanılmıştır.

Büyük Sunak Aeus Sunağı
Bergama'nın Attalos I zamanında Galatlara karşı kazandığı büyük zafer üzerine Eumenes II zamanında (M.Ö. 197- 159) Akropol'de Zeus (Athena ya da tüm tanrılar) adına bir sunak yapıldı. Sunak hakkında ilk bilgi verenlerden biri Romalı yazar L. Ampelius'tur. Dünya Harikaları adlı yapıtında "Bergama'da mermerden kırk ayak yüksekliğinde, görkemli kabartmalarla süslü büyük bir sunak vardır. Tanrılarla Gigantların savaşını göstermektedir." demektedir.
Bu kabartmalardan birkaçının bulunması ile 1877'de Akropol'de kazılar başlamış ve sunak ortaya çıkarılmıştır. Ele geçen parçaları ile Berlin Müzesi'nde tekrar yapılandırılan sunak boyutları nedeniyle bugün Berlin'de ziyaretçileri ağırlayan Pergamon Müzesi'nin yapımını (1910-1930) zorunlu kılmıştır.
Akropol'ün birinci surları dışında Athena Tapınağı'ndan 24m aşağıda bulunan 5623 metrekarelik düzlemin ortasında inşa edilmiş olan sunak, yukarı agoranın biraz üstünde bulunmaktadır. Sunak binası, kuzeyden güneye 37,70m, batıdan doğuya 36,60m'lik bir dikdörtgendir. Sunağın genişliği 34,20 ve derinliği 36,44m olup beş basamaklı bir altlık üzerinde 40 ayak (12m) yüksekliği vardır. Selinos vadisine bakan cephesinde 20m genişliğinde
28 basamaklı merdiveni bulunur. Kuzey, güney ve doğu yüzlerini kuşatan ve Tanrılarla Gigantların savaşını anlatan kabartmaları (Gigantomachia) içeren yüksek kabartmaların uzunluğu 120m dir. Bunların yüksekliği 2,30m, kalınlığı 0.50m olup genişliği 0,60 - 1,10m arasında değişmektedir. Sunak meydanının girişi doğuda ancak sunak avlusuna çıkan merdivenler batıda olduğundan sunağa gelenler merdivenli cepheye varabilmek için yapının iki
yanından birini dolaşmak zorundadır. Doğudan gelindiğinde ilk olarak Zeus ve Athena kabartma grubu görülür. Frizin bu yanında güneş doğuşuyla ilgili ışık tanrıları Apollon, Artemis ve Leto tasvir edilmiştir. Karanlık kuzeyde ise yıldız tanrı Orion, kader tanrıçaları (Moira'lar) ve gece tanrıçası gibi tasvirler vardır. Güneyde başka tasvirler arasında şafak kızıllığı, güneş tanrısı Helios, batıda denizle ilgili tanrılar ailesi Okeanos, Amphitrite, Nereus ve Triton vardır. Homeros'a göre Gigantlar vahşilikleri yüzünden yok olmuş bir halk kitlesidir. Hesiodos ise "Onlar göğün ve toprağın çocuklarıdır. Parlak silahlı ve ellerinde
uzun mızrakları olan savaşçılardır" der. Olympos tanrıları, Titanları sürgün ettikleri zaman, anaları toprak tanrıçası Gaia, Titanların öcünü almak için eşsiz büyüklük ve güçte olan Gigantları doğurmuştur. Gigantlar tümüyle insan kılığında gösterildiği gibi, bacakları oyluklarına kadar yılan kuyruklu da oluyordu. Böylece toprağın çocukları analarının kucağından çıkarak insan biçiminde ayağa dikiliyorlardı. Gigantlara yılan ayakları savaşta yardım ettiği gibi tanrılara da hayvanlar yardım ediyordu. Zeus'un kartalı Gigantların yılanlarına karşı savaşıyor, azgın köpekler ve Hekate'nin bir aslanı da Rea'nın yanında
bulunuyordu. Yüksek kabartmalarda birbirine giren figür bolluğu vardır. Bunlar yan yana veya arka arkaya değil, birbirini kısmen örten ve kesen bir durumda düzenlenmiştir. Böylece, göğüs göğüse yapılan bir ölüm kalım savaşı, sanatçılar tarafından büyük bir ustalıkla,olağan bir karmaşadan uzak tutulmuştur. Bu kabartmalardaki tema, direkt olarak tarihsel olayların (Galatlara karşı kazanılan zafer) konu edilmesi yerine bu olayların vurguladığı
düşünceye önem veren Hellen görüşüne uygun görülmektedir. Kral Eumenes II de Hellenliğin ruhsuz, duygusuz barbar bir dünya üzerindeki zaferinin sanatsal betimleme ve anlatımını önemsemiştir.
Sunağın iç yüzünde de dış yüzde olduğu gibi sütunlu galeriler planlanmış ancak tamamlanmamıştır. Duvarın iç yüzünü, Bergama krallık soyunun atası olarak kutsanan Herakles'in oğlu Telephos destanından sahneler süsler. Antik dünyada önemli veya halka hükmeden ailelerin soylarını bir tanrı ya da büyük
kahramanlara dayandırmaları yaygındı. Telephos da Attalos hanedanının hem Grek tarihinin en büyük kahramanı Zeus'un oğlu Herakles, hem de Arkadia'daki soylu ve saygıdeğer bir Grek ailesi ile bağlantılarını sağlıyordu. Telephos'un yaşamından bölümlere antik şiirlerde ve
Aeschylus, Sophokles, ve Euripides' in klasik dramalarında rastlanmaktadır. Telephos frizinde diğer eserlerdeki gibi bütün olay aynı zaman ve mekanda geçmemektedir. Bu anlamda bu friz heykelcilikte yeni bir anlatım şeklinin oluşmasında öncülük etmiştir.Efsane Arkadia'da başlar. Apollo kahinleri Arkadia Kralı Aleos'a oğullarının kızı Auge'nin soyundan gelen biri tarafından öldürüleceği hakkında uyarırlar. Kral bunu engellemek için kızını Athena baş rahibesi yapar. Kralın huzuruna gelen Herakles bir meşe koruluğunda Auge'ye rastlar. Kral Aleos Auge'nin Herakles'ten olan bebeğini Parthenion dağlarına
bırakır, kızı Auge'yi de bir kayığa bindirip denize bırakır. Auge Mysia kıyılarına sürüklenir. Burada Kral Teuthras Auge'yi karşılar ve evlat edinir. Auge Bergama'da tanrıçası olan Athena kültünü kurar. Bu sırada Herakles oğlu Telephos'u onu sütüyle besleyen bir aslan
ile birlikte bulur. Dağ perileri de çocuğa bakmaktadır. Çocukluğu hakkında diğer olaylar saklanamamıştır. Gençliğinde Telephos bir kahin tarafından
annesini aramak üzere Mysia'ya gönderilir. Telephos Kral Teuthras tarafından karşılanır ve tanıyamadığı annesi, Auge, ona Mysia için savaşması için silahlar getirir. Kral Teuthras Telephos ile Auge'yi evlendirir, ancak ilk gece yataklarındaki bir yılan anne ile oğulun birbirlerini tanımasını sağlar. Telephos daha sonra Mysia kralı olur ve Truva için yola çıkan ancak yanlışlıkla Mysia kıyılarına çıkan Grekler ile büyük bir savaşa girer. Karısı Hiera da Mysia kadınlarının başında savaşa girer. Antik kaynaklara göre Hiera o kadar güzeldir ki, savaşta öldüğünde düşman geri çekilmiş ve gömülmesi için ateşkes ilan
edilmişti. Mysialılar Grekleri püskürtür, ancak Telephos Achilles tarafından Telephos'un hediyeler sunmadığı Dionysos'un bir sarmaşığa takılmasını sağlamasıyla yaralanır. Yarası iyileşmeyince, bir kahine danışır ve ona "Yarayı açan iyileştirecektir" denir. Bunun üzerine Telephos bir gemi ile Argos'a (Yunanistan) gider ve Kral Agamemnon huzurunda kimliğini saklar. Bir şölen sırasında yarasını gösterip kimliğini açıklar. İçlerine kadar sızmış olan
düşmanlarına karşı Greklerin öfkesi Telephos'u korkutur ve o da Agamemnon'un oğlu Orestes'i rehin alır. Telephos Achilles'in mızrağının tozu ile iyileştirilir. Sunaktaki diğer paneller Bergama'nın önemli kültleri ile ilgili sahneleri gösterir. Dionysos'un onurlandırılması ve oturmuş tanrıça için yapılan sunak gösterilmiştir. Son panel ise ölen kahramanın cenazesinden bir sahne olabilir.

Heroon
Özellikle Attalos I ve Eumenes II gibi önemli krallara gösterilen saygı ve onların tanrılara yaklaştığı inancı ile yapılan krallar kültünün kutsal yapısı üst esas kalenin kapısı önünde sütunlu bir avlu etrafında büyük bir yapı halinde inşa edilmiştir. Asıl kült odası kültle ilgili yemek törenlerinde toplantı odası olabileceği düşünülen geniş bir galerinin arkasındadır. Son şeklini Roma İmparatorluk Çağı'nda alan kare şeklindeki kült odasının arka duvarına bir podyum yerleştirilmiştir. Sütunlarla bezeli kule şeklindeki üst yapısı üst kat görünümündedir. İçinde mezar bulunamayan Heroon'un batıdaki yoldan iki girişi vardır ve iç avluya uzun koridorlardan ulaşılır. Çevredeki evler gibi Heroon'un da kendine özel sarnıcı vardır. Heroon'un altında krallar kültüne hizmet ettiği düşünülen daha basit Hellenistik bir yapı bulunmuştur.

KRAL SARAYLARı
Hellenistik Çağ Bergama krallarının oturdukları saraylar ve bunlara bağlı yapılar kalenin doğu duvarı boyunca sıralanmıştır. Üst yapısı gösterişli olmayan sarayların planları peristyl'li ev tipindedir (Odalar sütunlu bir avlu çevresindedir.). Yazılı bir belge ele geçmemiş, genel buluntulara göre bu yapılar kral adları ile ilişkilendirilmiştir. En kuzeydeki sülalenin kurucusu olan Philetairos'un(M.Ö.281-263) yapı grubu daha sonra kalede görevli askerler için kışla olarak değiştirilmiştir. Diğer yapı grupları kuzeyden güneye doğru Attalos I (241-197), Eumenes II (197-159) ve Attalos II (159-138) adlı krallara ait olarak tanımlanır. Bunlardan en güneydeki en büyük sarayın yapımında Zeus Sunağı'nın taşları yapıtaşları olarak yeniden kullanılmıştır. (M.Ö.160) Bu sarayın kuzeydoğu köşesinde mozaik döşemeli bir sunak bölümü vardır. Kuzeybatıdaki odada sanatçı Hephaistion'un imzasını taşıyan değerli bir mozaik daha bulunmuştur.

Saraylara ait iki sarnıçtan en büyük yapıya ait olanı kale yolu üzerinde görülür. Bu sarayın gösterişli bir girişi vardır. Kale kapısının arkasındaki meydandan açık bir merdiven ile buraya gelinir. Aynı meydandan, Athena Kutsal Alanı'nın girişinin karşısında, kalenin güneydoğu köşesindeki yapı grubuna geçilebilirdi.

ARSENAL 
M.Ö. III ve II. yüzyıllarda, özellikle korunmuş, Bergama Kalesi'nin en dıştaki alanda kuzey güney doğrultusunda uzanan beş magazin yapısı kurulmuştur. Burada bulunan ve bugün aşağı agorada korunan 13 farklı çapta 900 gülle mancınık biçiminde sapanlar ile atılırdı. Eski çağda da gülleler magazinler dışında depolanır, magazinlerde özellikle çabuk bozulan erzak ve tahıl saklanırdı. Üzerindeki ağırlığı taşıyabilmek için ızgara biçiminde birbirine yakın duvarlar halinde inşa edilen temellerde etkin havalandırma için yarıklar bulunuyordu. Çatıları kiremitle örtülü büyük ahşap galerilerden oluşan asıl magazinlerde yiyecek dışında kalede kalan savaş araçları da saklanırdı. Daha sonra Roma Legionlarında görülen bu büyük yapılar antik çağda görülen en eski silah ve erzak depolarındandır.

Arsenalin güneydoğusundaki kral birliklerinin büyük kışlasının 32 taş sırasına kadar ayakta kalabilmiş kuzeydoğu duvarı Hellenistik Çağ tahkimatının en iyi durumda kalmış parçasıdır.

SU YOLLARI
II.yy Roma İmparatorluk çağı'na ait olduğu düşünülen su yolları Arsenal alanının kuzey ucundan görülebilir. M.Ö. II.yy'da yapılan krallık zamanı su yolları 50-75cm uzunluğundaki 240 bin kadar toprak künkten oluşur. Kuzeyde Madra Dağı'ndan yaklaşık 45km aşarak üç yol halinde gelen su yolları Bergama'daki kale tepesinin karşısındaki bir tepe üzerindeki su haznesine uzanır. Buradan da toprak altına döşenmiş büyük taşlardaki deliklerden geçirilen yüksek basınçlı su yolu kurşun borularla üç vadi ve iki alçak tepeyi aşarak kuzey taraflarından Bergama Kalesi'ne ulaşır. Sarayın sarnıçlarına, evlere ve şehrin çeşmelerine merkezi bir su deposundan toprak künkler aracılığı ile su verildiği düşünülmektedir. Bergama'nın Roma Çağı'nda artan nüfusunun ve büyük yeni hamam kuruluşlarının su gereksinimi Kozak Dağları ve Soma'dan (yaklaşık 80km uzaklıkta ) gelen su yolları ve kısmen su kemerleri ile karşılanıyordu.

TRAİAN TAPINAĞI
1883-85 yıllarında yapılan kazılarda akropolde mermer yığını halinde bulunan yapının bir deprem yüzünden yıkılmış olduğu düşünülmektedir. Athena tapınağından 9m yüksekte olan bina, bağımsız olarak Akropolün en yüksek yerinde ve uzaklardan görülebilecek bir düzlem üzerine inşa edilmiştir. Bu 84x58m boyutlarındaki düzlemin Athena kutsal alanı ile ilişkisi olduğu ve doğu yönündeki kapı merdivenden de kütüphaneye geçildiği anlaşılmaktadır. Bölge çok eğimli bir arazide bulunduğundan büyük bir binayı oturmak için zemin kat olarak son derece ustaca ve oldukça sağlam yan yana beş kemer oluşturulmuştur.

Merdivenle iki metre yükseltilen binanın uzunluğu 27, genişliği 20m dir. Güneye bakan tapınağın cephesinde 6, yanlarında 9 sütun bulunuyordu. Çapı 1,10m olan sütunların yüksekliği 9,80m dir. Sütunların büyük Korinth başlıkları, altlıklarında olduğu gibi usta bir sanat anlayışıyla işlenmiş zengin süsleri taşımaktadır. Arşitravlar üzerinde altın kaplamalı tunç yazılar bulunuyordu. Friz, konsollar arasında kanatlı yılanlı ve bukleleri serbest işlenmiş Medusa başları ile süslenmişti. Ortada ve tepede bulunan akroterler, bir küre içinde bulunan zafer tanrıçası (Nike) ile yaprak ve filizlerden yapılmış taçlardan oluşmuştur.

Binanın geniş alanı, üç taraftan sütunlarla çevrilmiştir. Sütunlar arasında alana bakan korkuluklar bulunuyordu. Alanın kuzey bölümünde biri köşeli, diğeri yuvarlak iki bank bulunmuştur. Bu bankların bilginlerin toplanması ve sanat yapıtlarının sergilenmesi için yapıldığı ileri sürülmektedir. Bunlardan yuvarlak olanı Berlin'deki Pergamon Müzesi için alınmıştır. Bankların yanında bulunan bir yazıttaki "Kral Attalos'un oğlu Attalos" dizesinden burasının kralın oğlu Prens Attalos tarafından yaptırılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Tapınak binasında bulunan eserler binanın Hadrianus zamanında Zeus Philius ve Traianus için kurulmuş olduğunu göstermiştir. Bir yazıta göre Bergama kenti Jupiter Amicalis (Zeus Philios) ve Traianus onuruna büyük piyesler oynatma yetkisine sahipti. Tapınak kazısında Traianus için iki, karısı Plotina için bir, Hadrianus için üç, Antoninus Pius için iki, Caracalla için bir yazıt bulunmuştur. Traianus ve Hadrianus'a ait birer büyük heykel başı da çıkmıştır. Tapınaktaki Hadrianus heykeli de önemli bir sanat eseri kabul edilmekte ve Traianus'un bu güçte idealize edilmiş başka bir portresinin bulunmadığı kabul edilmektedir.


ATHENA KUTSAL ALANI
Akropolde yapılan kazılarda (1880-1881) ortaya çıkarılan Athena kutsal alanı,Zeus Sunağının 24 m üstündeki taraçada kurulmuştur.324 yükseltili olan bu taraça birinci sur çevresinin içindedir. Burada Bergama'nın mitolojik döneminden beri kültü kabul edilen Athena Polias için kurulan en eski baş tapınak bulunuyordu. Athena,sanat ve bilim koruyucusu olduğu gibi,kentin de kollayıcısı ve zafer müjdeleyicisi idi.

Bizans döneminde (VI. yüzyılda) bu alanda inşa edilen kilise yüzünden tapınak,temellerine kadar sökülmüş olarak ortaya çıkarıldığı halde,Dr. R. Bohn inançlı bir çalışma ile burasının rekonstrüksiyonunu yapmayı başarmıştır. Tapınağın kuzeyini kaplayan,doğuya doğru devam eden bir kilisenin mermer döşemesi kazıda bulunmuştur. Kilisenin çevresindeki büyük kısmı kayalara oyulan mezarlar,eskizleri silmiştir. Tapınağın malzemesi ile yapılmış olan Bizans kilisesinin duvarları yıkılınca içinden birçok antik kalıntı çıkarılmıştır. Bunlardan yazıtlı bir sutün parçasında ,"Bunu Artemo'nun oğlu senin için dikti. Ey Triton'dan doğan tanrıça" cümlesine göre kalenin en eski kutsal bölgesi olan buranın Athena Poliyas'a atanmış olduğu anlaşılmıştır.

Tapınağa kentten ve uzaklardan egemen bir görüş sağlamak için cephesi,klasik dönem Hellen tapınaklarında olduğu gibi doğuya değil güneye bakıyordu. Yüksekliği 0.24 m iki basamakla çıkılan tapınağın genişliği 13 m,uzunluğu 22.50 m dir. Cephesinde 6, yanlarında 10 sütun bulunuyordu. Çapı 0.75-0.6 m arasında olan beş parçalı sütunların yükseklikleri 5.25 m dir. Sütunlar üzerinde yükseklikleri 0.295 m başlık, 0,48 m arşitrav , 0,208 m olan gayzon bulunuyordu. Yapılan incelemeler, bu tapınağın peripteral yani çevresi sütunlu olduğunu ve ortasındaki bir bölme ile ikiye ayrıldığını belli etmiştir. Aynı zamanda tapınağın bir sunağı olduğunu da güneyindeki izler göstermiştir. Hellenistik dönemin dorik mimari biçimine uygun trahit taşından yapılan tapınağın ölçü düzeninin Philetairos ayağına (0,35 m) göre olması da dikkat çekicidir. Örneğin üst basamaktaki cephe uzunluğu 12,25 m 35 ayağa ,sütun yükseklikleri ise 5,25 m 15 ayağa uymaktadır.

Tapınağın bulunduğu alanın kutsal yöreyi oluşturan uzunluğu güneyde 90 kuzeyde ise 74 m dir. Genişliği de 70 m yi bulmaktadır. Alanın doğal durumu kuzeydoğudan güneye doğru eğimli bir kayalıktan oluşur. Kayaların yontulması ve alçak yerlerin doldurulması ile düzlük elde edilmiştir.

Alanın güneydoğu köşesindeki kale kapısı yakınından kapı girişinde geniş mermerle kaldırımlanmış bir ön avluya giriliyordu. Buradan doğruca kral saraylarına ve soldan Athena Tapınağına gidiliyordu. Tapınağa giden girişte gösterişli bir propyelaia bulunuyordu. Kapının önünde ortada bir çift sütunla iki antre ve en önde dört ion sütunlu tapınağa benzer bir cephe vardı. Bu cephe öküz başları arasında bulunan çelenk,kartal ve baykuşlarla zengin bir biçimde süslenmişti. Bu kapıdan,güneyden kuzeye uzanan doğuda iki katlı porticusa giriliyordu. Burasının uzunluğu 40, genişliği 5,47 m dir. Alt katta bulunan 17 oluksuz düz sütun dorik biçimindedir. Kuzeydeki porticusun uzunluğu ise 65 m dir. Alt katında bulunan 26 sütunun biçimi diğerinin aynıdır. Yalnız burasının genişliği ötekinin iki katıdır. Bu yüzden ikinci katın ahşap döşemesini tutmak için 13 sütun eklenmiştir. Porticusun ikinci katı ion düzenindedir. Kullanılan ion sütunları üzerinde dorik lento Bergamalı mimarların zekice buldukları bir yenilikti. Porticuslar II. Attalos tarafından inşa edilmiştir. Porticusların ikinci katının ion sütunlarının arasındaki korkulukların alana bakan yüzlerinde düşmandan alınan trophe'ler rölyef halinde gösterilmişti. 0.87m yüksekliğindeki bu kabartmalar, antik savaşlarda kullanılan silah ve eşyanın zengin örneklerini taşıyordu.

Tanrıçaya adanmış anıtlar alanı dolduruyordu. Büyük Athena heykelini Kral Attalos buraya diktirmişti. Epigonos tarafından yapılan ve Galatlara karşı kazanılan zaferin anası olan anıt, bir çok anıt arasında yükseliyordu. I. Attalos'un kardeşleri Eumenes, Attalos ve anneleri Apollonis ile Athena Polias rahiplerinin heykelleri ve adaklarının burada bulunduğu kaidelerinden anlaşılmaktadır.

Alanın ortasında çapı 3.13m olan yuvarlak bir altlık üzerine imparator Augustus için bronz bir anıt dikilmiştir. Yine burada 12 küçük bronz heykel taşıyan üç basamak vardı. Ondan sonra gelen imparatorlar için de anıtlar dikilmiştir. Hadrianus için de yuvarlak altlıklı bir anıt olduğu anlaşılmıştır.

Bunların dışında tapınak ve porticusların duvarları boyunca yazıtları bulunan birçok taş levha vardı. Bunlarda, diğer kentlerle yapılan antlaşmalar, kral ve imparatorların buyrukları kült hakkında kararlar gibi birçok belge bulunuyordu.
Alanın ortasında bulunan sarnıç kilise yapıldığında genişletilmiştir. 19102da onarılan sarnıcın içi 1930'da boşaltılmış ve sıvanmıştır.

BERGAMA KÜTÜPHANESİ
Bergama kütüphanesinin yeri 1880 yılında akropolde yapılan kazılarda Carl Humann ve Prof. Conze tarafından ortaya çıkarılmıştır. Böylece Attalos I tarafından yaptırılan ve M.Ö. 2.yüzyılın başlarında ünlenen kütüphanenin, Athena Tapınağının kuzey koridoru arkasındaki durumu anlaşılmış ve planları çizilmiştir. Koridorun alt karından geçilebilen batı kısmındaki 12x9m boyutlarında büyük odadan daha küçük odalar yapılmıştır. Bunlar arasında üç sütunlu küçük dar bir salon, onun arkasında da üç oda bulunmaktadır. Doğu tarafındaki orta büyüklükteki odaya koridorun ikinci katından geçilmektedir. Kapılar yerine perdelerle birbirinden ayrılmış dört salondan oluşan odada mermer pervazların kalıntıları bulunmuştur. Daha doğudaki en büyük oda 16x13m boyutlarındadır. Koridordan kütüphaneye açılan geçitlerin en büyüğünün burada olduğu kabul edilmektedir. Taştan altlıklı duvarlardaki bir sıra çivi deliklerine Conze'ye göre altlık üzerine konulan kitap dolaplarını saplamak için yapılan madenden yapılmış çengeller asılıydı. Kitaplar, güney ve batının nemli havasından korunmak için kuzey ve doğuya konulmuş ve kitap raflarıyla duvarlar arasında yarım metrelik bir boşluk bırakılmış olduğu anlaşılmıştır.

Kuzey duvarının ortasında bulunan büyük kaidenin üzerinde Bergama'nın ve krallığın koruyucusu olan Athena'nın büyük bir heykeli bulunuyordu. Parthenos'taki altın-fildişi heykelinin Hellenistik anlamda bir kopyası olan heykelin etrafında çok güzel bir kadın heykeli ile bir kadın başı da bulunmuştur. Kütüphanede ayrıca destan ozanı Homeros'un, Helen dünyasının en büyük kadın lirik ozanı Lesbos'lu Sapho'nun büstleri,parşomenci Krates ve İrodikos, Halikarnassos'lu tarihçi Herodotos, Miletos'lu lirik müzisyen Timotheos, daha ileride tarih yazarları Meleagros'un oğlu Balakros, Philotas'ın oğlu Apollonios gibi bilginlerin heykel ve büstleri bulunuyordu.

Bergama ve İskenderiye arasındaki rekabet yüzünden Mısır kralı papirüs dışsatımını yasaklayınca Bergama'da papirüs yerine geçebilecek herhangi bir maddeyi getirene büyük ödüller verileceği duyuruldu. Çok geçmeden, Sardes'li sanatçı Krates, krala keçi derisinden özel bir biçimde hazırlanmış bir örnek getirdi. İstenilen kullanışa elverişliliği görülen bu kağıtlara Bergama kağıdı (Pergaminae Chartae) adı verildi ve daha sonra bilim dünyasının yolunu ışıtacak olan parşömen adını aldı. Bergama kütüphanesi edebiyat ve sanat hakkında parşömenlere yazılmış 200 bin tomar kitapla doldu. Bergama, İskenderiye karşısında bilim ve sanat bakımından erişmek istediği varlığı sağlamış oldu.

Bergama, M.Ö. 133'de Roma egemenliğine geçtiğinde Romalı bilginler Hellen kültürünü incelemek için aradıkları eşsiz eserleri Bergama kütüphanesinde buldular. Sezar'ın ölümünden sonra Roma'da başlayan iç savaş sırasında Bergama da ünlü kütüphanesini yitirdi. Antonius tarafından Tarsus'ta Mısır Kraliçesi Kleopatra'ya armağan edilen Bergama Kütüphanesi, M.Ö. 47 yıllarında bir savaş sırasında yanan İskenderiye Kütüphanesinin boşluğunu dolduracaktı.

TİYATRO VE TİYATRO TERASI
Özellikle kaledeki tiyatronun yerleştirildiği dik eğimli arazi, mimarları özgün ve oraya has çözüm yolları bulma zorunluluğu altında bırakmıştır.

Tiyatro Akropolis’in dik batı yamacında kurulmuştur.Giriş aşağıdan, önde yer alan büyük “Tiyatro Terası”ndadır.

Tiyatro iki yatay yol (diazoma) ile üç bölüme ayrılmıştır.Alt yoldaki mermer şeref locası dışında bütün oturma sıraları andesittendir.10.000 kişiye ulaşan seyircilerin içerde dağılması ayrıca kama biçiminde yerleştirilmiş merdivenlerle de sağlanır.Tiyatronun sahnesi Hellenistik Çağ’da yalnız tören oyunları zamanında, tiyatro terasında kuvvetli ahşap hatıllar üzerine kurulurdu.Oyunların oynandığı alçak bir sahne (proskenion) ve arka plandaki konstrüksiyon (scaenae frons)dan meydana gelir.Ahşap sahneyi taşıyan dikmelerin delikleri, tiyatronun orkestrası önündeki terasın döşemesinde iyi durumda kalmıştır.Oyunlardan sonra bu delikler taş levhalarla yeniden örtülürlerdi.İlk defa Roma Çağı’nda bu gün görülen taş podium tiyatronun önüne inşa edilmiştir.Tiyatronun üst kısmındaki yüksek kemerli nişlere sahip duvar da Roma zamanındaki bir değişim sırasında yapılmıştır.

Ahşap sahnenin kurulup sökülmesi zor olmakla beraber gerekliydi, çünkü dar ve yapay kurulmuş tiyatro terasında olağan taş bir sahne binası için, terasın kuzeyindeki Dionysos tapınağının görünüşünü kesmeden, bir yer yoktur.Bu tapınak yaklaşık 250 m uzunluktaki terasın mimari görünüşüne egemendi.Yüksek bir merdivenin üzerinde ion düzeninde bir prostylos’tur ve arkası kayaya yaslanarak yükselir.M.Ö. 2. Yy.’da andesit taşı ile inşa edilmiş, M.S. 3. Yy. Başında kendini olasılıkla burada “yeni Dionysos” olarak kutlayan imparator Caracalla tarafından mermere çevrilmiştir.

Tiyatro terasına güneyden, üç kapılı bir kapıdan girilir. Sağda ve solda mümkün olduğu kadar dor düzeninde galerilerle süslenmiştir. Tiyatro ile doğu galeri arasındaki bir yapı oyuncuların toplandığı bir yapı olabilir. Bu yapı da Hellenistik Çağ’dandır.Tiyatro terasının substrüksiyonlarının kuruluşu krallık zamanın önemli bir imar faaliyetidir. Kuvvetli basıncı tutabilmek için bazı yerlerde beş kat yükseklikte alt yapı kurmak gerekmiştir.

ŞEHİR KAZISI
1973’te başlayan şehir kazısı alanı , Akropolis ile bu tepenin yamacı altında bulunan Demeter kutsal alanı ve Gymnasion arasındaki kuşaktadır.

Bu kazının amacı buradaki oluşumu ve resmi yapıların dışında Bergama’nın şehir organizması formunu açıklamaktır.

1-Yukarı Agora’nın Güney Batısındaki Hamam

Yukarı Agora’dan 100 m aşağı doğru inilirse caddenin batısında yer alan hamamın kalıntıları görülür.Tepidarium (yuvarlak esas oda) geniş nişi dolayısıyla açıkça tanınır.Diğer odalardan pek az kalıntı vardır.Hamamın korunagelen formu Roma İmparatorluk Çağı’na ait olmakla beraber mozaik bezemeli Hellenistik bir öncü yapıya sahiptir, yamaçtan aşağıya doğru Hellenistik Çağ’dan üç büyük teraslamanın temelleri tanınabilmektedir.

2- Küçük Gymnasion (Hamam-Odeion-Mermer salon)

Yapı bileşimi birbirine bağlı üç bölümden meydana gelir: Batıda bir hamam (avlunun sütunları yeniden dikilmiştir), bir konferans ya da konser salonu ve doğuda kült salonu. Odeion (konser salonu) ve “Mermer Salon “ adı verilen kült salonu hellenistik yapının çekirdeğidir. Hamam ancak Roma İmparatorluk Çağı’nda buraya inşa edilmiştir.

Hamamın batısında yamacın üzerine doğru dar bir sokak (hamam sokağı) uzanır. Sokağın altında bir pis su kanalı akar, aynısı ana caddenin altında da vardır. Sokağın batısında, Aşağı ucuna doğru bir latrin (umumi hela)’in duvar kalıntıları vardır. Sokağın kanalı latrinide temizler.

Hamamın esas girişi ana cadde üzerinde , hamam sokağının hemen doğusundadır.Hamamın avlusuna , bu güne kalmamış giriş merdivenlerinden bir koridor ile geçilir.Avlunun kuzey yanındaki apsis biçimli soğuk su kurnasının üzerinde eskiden bir su deposu bulunuyordu, hemen kuzeyinde ona bağlı diğer bir su haznesi kalın sıvalı duvarlarından ve su geçirmez tabanından hala tanınabilmektedir.Avlunun güneyinde sıcak banyo odaları,terleme odası (küçük yuvarlak oda) ve külhan yer alır.Ayrıca odunluk olan ocak odasına ana caddeden giriliyordu. Burada külhanı ateşlemek üzere bir platform vardır.Ocak odası ve giriş odası arasındaki iki oda olasılıkla dükkanlardı ve bunların üzerinde hamamın artık kaybolmuş odaları yer alıyor olmalıydı.

Hamamın avlusu doğu yandan da bir geçişe sahiptir.Ayrıca odeion ile en üst oturma sırası düzeyinde bir kapı bağlantı sağlar.Burada beden eğitimi ile birlikte ruhun eğitiminde müziğin yakın ilişkisi açıkça ortaya konmuştur.

Odeion kama biçimine yakın bir plandadır. Oturma basamakları daire parçalarından meydana gelir.Bu düzenlemeye çok sık rastlanmamaktadır.Düz çizgili oturma sıralarına karşın , sınırlı bir yerin daha iyi kullanımı sağlanır.

Doğusundaki “Mermer Salon” , kendi şehri için büyük hayırseverlikte bulunmuş ve daha yaşadığı sırada bir tanrı gibi büyük saygı görmüş bir Bergamalı’ya ait bir kült yeri , bir Heroon’dur.Kült heykelinin portre başı , kült apsisi önünde bulunmuştur.Üslup ve tarih uyumu bu başta M.Ö. 70 yıllarında nüfuzlu bir Bergamalı olan Diodoros Pasparos’un portresini tanımayı sağlar.

Korunagelen kabartmalarda (asılları Bergama müzesindedir) işlenen konular: Bir dövüş horozu , miğfer ve Dioskurların başarısına yardım eden yıldız, kılıç ve mızrak , zırh.Toplam olarak salonda böyle 18 kabartma bulunuyordu ve bunlar bir yanda 9 tane olmak üzere karşısındaki eşini yineliyerek dizilmişti.Thema, yapının kurulmasına kuşkusuz para yardımı yapmış Heros’un övgüsüne hizmet eder.

Odeion ve mermer salonun önündeki iki derin sarnıca sahip ortak bir avlu (bugün koruyucu çatının önünde , ön teras) bulunur.Bu yapıda , varlıklı bir kült birliğinin kendi törenlerinide kutladığı bir bileşim söz konusudur.Bu bina Roma İmp. Çağı sonuna kadar (M.S. 4. Yy.) kullanılmıştır.

Yapı yıkıntısı arasında bulunan , antik çağda genellikle uğur ve bolluğun olağan sembolü fallos kabartmalı blok , onarım sırasında koruyucu yapının doğu duvarı yüzüne konmuştur.

3- Aşevi

Mermer salonun yanında , hemen doğusunda basit bir aşevinin odaları bulunur.Yolun sonunda kayalık zemindeki ocağı ile bir oda ve onun arkasında eskiden duvar resimleri ile bezenmiş küçük bir oda daha yer alır.Daha arkadaki ve kısmen kaya içine inşa edilmiş üçüncü odada büyük bir ızgara bulunmuştur.

4-Şarap ve Yağ Dükkanı

Mermer salonun doğusundaki üçüncü oda duvar örgü payelerden caddeye doğru geniş bir tezgaha sahip bir dükkandır.Dükkanın içindeki büyük küpler (pithoi) yumuşak kaya taban oyularak yerleştirilmişti.

5-Dionysos Kültü için Podiumlu Salon

Aşevi ve şarap dükkanın kuzey doğu arkasında , yamaç üstünde büyük bir salon yer alır, tabanı sıvalı bir ön terası vardır.Salon kiremitli bir dam ile örtülüydü.Ön terasın solunda küçük odalar bulunur. Terasta bir çeşme kalıntısı ve doğu kısımda tüf kayalık içinde büyük derin bir mahzen vardır. Podiumlu salonun girişi çeşme ve mahzen arasındadır.

Salona duvarları boyunca uzanan podiumlardan (1 m. yükseklik ve 2 m. derinlikte) dolayı bu ad verilmiştir. Podiumlarda kült topluluğu , başları salonun ortasına dönecek şekilde uzanırlardı. Girişin karşısında , önündeki sunak ile kült nişi vardı. Burası Dionysos kültüne işaret eden ilginç resim kalıntılarına sahiptir (Bergama müzesinde). Devamlı podiumlar doğu etkisinde kutsal mahalleri anımsatır.

6- Hamamı ile Peristylli Ev

Orta yol’un (mittelgasse) doğusunda antik bir peristylli evin kalıntıları vardır.Eskiden avluyu çeviren sütunların bir kaç tanesi yeniden dikilmiştir. Evin inşası hellenistik çağa uzanır. Roma İmp. Çağı’nda ev gelişmiş ve oldukça konforlu düzenlenmiştir. Isıtılabilen çok büyük bir hamamı ve buna bağlı çok büyük bir su deposu vardır.

7- Çeşme

Peristylli evin güney doğusunda antik ana yol boyunca dükkan ve işyerleri sıralanmıştır, bunların arkasında ve üst katlarında kuşkusuz ev odaları yer alıyordu.

Yolun kenarında kayadan bir sarnıç üzerinde , bugün bir bölümü ayağa kaldırılmış büyük taş kemerli yapı vardır.Halka açık bir çeşme yapısı olmalıdır. Bütün evlerde ayrıca çok sayıda sarnıç bulunmaktadır.

8- Şehir kazı alanın doğusundaki Peristylli yapı

Şehir kazı alanın doğusunda büyük bir yapı ortaya çıkarılmıştır ki büyük bir olasılıkla Hellenistik Çağ’dan kalmış bir kutsal alan söz konusudur. Burada Kybele , Bergama’nın Megalesion’unun yer aldığı var sayılabilir.

9- Bizans İnşaatı (12.-14. Yy.)

Şehir kazısı alanın tümü yoğun, fakat düzensiz inşa edilmiş bizans evlerine ait kalıntılarla kaplıdır. Bu kalıntıların çoğu plana geçirildikten sonra antik yapıları ortaya çıkarabilmek amacıyla kaldırılmıştır.

DEMETER KUTSAL ALANI
Bergama hanedanın kurucusu Philetairos zamanında (M.Ö. 281-263) şehir duvarının dışında kırsal çevrede Demeter’in (toprağın verimliliği ve bereket tanrıçası) kutsal alanı yer alıyordu.

Bu yapılar , yazıtlardan öğrenildiğine göre Philetairos ve kardeşi Eumenes tarafından M.Ö. 3. Yy.’ın ikinci yarısında anneleri Boa’nın anısına adanmıştır. Tapınak ve sunak andesit taşındandır. İon düzeninde anteli bir tapınaktır. Roma Çağı’nda mermer sütunlar ve alınlığı ile korinth düzeninde bir prostylosa çevrilmiştir. Tapınağın önündeki oldukça büyük Hellenistik Çağ sunağı eskiden gayet zarif Hellenistik köşe volütleriyle süslüydü.

Kutsal alan üç yanda galerilerle çevrilidir, bunlar vadi tarafında kuvvetli destek duvarları üzerinde kuzeye doğru genişletilmelerini Kraliçe Apollonis’e (Attalos I’in karısı) borçludurlar. Kraliçe , bugün tekrar dikilmiş sütunları ile (eol yaprak başlıklı) ayakta duran giriş kapısınıda yaptırmıştır.Bir kraliçenin bağışta bulunması buranın Bergama kadınları için özel önem taşıdığını gösterir, burada geceleri meşalelerin aydınlığında tanrıçanın bayramları kutlanırdı. Bergama müzesindeki , galerilerin Roma Çağı’ndaki değişimi sırasında kullanılmış bir kabartmalı levhada , sunağı yanında elinde meşalesi ile Demeter görülmektedir.Kutsal alanın girişinin solunda taş içine açılmış göze çarpmayan bir çukur vardır.Burası adak kuyusudur, kutsal yeri ziyaret eden kadınlar Demeter ve yeraltı tanrısı Hades’in karısı olan kızı Persephone için getirdikleri çörek , küçük domuz ve diğer armağanları buraya bırakırlardı.Karşısındaki akan bir çeşme kült temizliği için kullanılırdı.


HERA KUTSAL ALANI ve YUKARI GYMNASİON
Yukarı Gymnasion’un üstündeki dar terasta , Zeus karısı Hera’nın kutsal alanı bulunur.Bu alan batıdaki yuvarlak Exedra (oturma bankı ile heykel kaidesi) , doğuda sütunlu galeri ile çerçevelenmiş ortadaki bir tapınaktan meydana gelir. Çok basamaklı açık bir merdivenle çıkılan tapınak bir Roma podiumlu tapınağı ile hemen hemen aynıdır. Dor düzeninde bir prostylostur.Adak yazıtına göre Attalos II (M.Ö. 159-138) tarafından inşa ettirilmiştir. Tapınak cellasının içinde büyük ölçüde bir erkek heykeli bulunmuştur. Zeus’un kült heykeli ya da krali bağışı yapan Attalos II olabilir.

Aşağıda yer alan Gymnasion’da da başlangıçta krallık devrine ait Roma kuruluşunun ölçülerine yaklaşan Hellenistik bir yapı bileşimi vardı. Yukarı gymnasion geniş bir sütunlu avlunun dört yanındaki kuruluşlardan meydana gelir. Doğuda ve batıda hamamlarla sona erer, meydanın batı galerisinin arkasındaki orta mekanda , yarışlardan sonra temizlik için kullanılan yıkanma kurnaları hala durmaktadır.Kuzeybatı köşede ,üzeri kapalı ve tiyatro biçiminde bir salon vardır. Bu auditorium 1000 kişi kadar alıyordu.

Kuzey tarafın ortasındaki mekan Gymnasion’un esas odasıydı, doğuda buna eklenen iki apsisli odanın yazıtlarla “imparator salonu” olduğu anlaşılmıştır.Duvar kaplamalarında ,sütun ve saçaklıklarda Roma İmp.’nun çok uzak bölgelerinden getirilen çok çeşitli mermer cinsi kullanılmıştır.Doğuda eklenen hamamın bugün aşınmış duvarları da böyle kaplamaya sahipti, iyi durumda korunagelen bu hamamın andesit sütuncukların taşıdığı ısıtılan alt yapısı (hypokaust) hala iyi görülebilmektedir.Gymnasionun güneyinde arazinin düşüşü uzun bir koşu yolu, kapalı stadion yapısı ile çok hünerli kullanılmıştır.Bu stadionun üzerinde üstteki sütunlu avlunun güney galerisi uzanır.


GYMNASİON, AŞAĞI VE ORTA TERASLAR
Bergama Gymnasion’u şehrin en büyük profan yapı bileşimidir. Kuruluşun tümü ana çizgileri ve yayılımı ile Hellenistiktir.

Bu kuruluş araziye uygun olarak yukarıya doğru büyüyerek genişleyen üç teras üzerinde yer alır, aynı zamanda aşağıdan yukarıyada önemleri artar: Alt teras çocukların , orta gençlerin ,en üst terasta yetişkinlerindir.Güney batıdan ana yol gymnasiona ulaşır.Orta gymnasionun merdivenli girişinin doğusunda bir sütunun taşıdığı çatının altında 21 m uzunlukta dörtgen bir yapı olan büyük şehir çeşmesi bulunur.

Öndeki korkuluğun iç tarafında hala su almakta kullanılan kapların izleri görülmektedir.Bunun solunda ,batıda sınırları düzensiz bir terasta çocukların gymnasionun basit girişi bulunur. Güney kısmı bugün yıkılmıştır ve temel duvarlarından başka pek az kalıntı vardır. Arka duvar paye çıkıntıları ve nişlerle bezelidir. Kavisli bir açık merdivenle orta gymnasionun merdivenli geçitine ulaşılır.Birbirini dik kesen iki tonozlu örtü tekniği ile burası mimari bakımdan ilginçtir.(Hellenistik) Orta gymnasionun doğu ucunda küçük bir tapınağın temelleri görülmektedir. Hellenistik çağda inşa edilmiş geniş bir merdiven arkasında korint düzeninde anteli prostylos bir tapınaktır.Tapınağın önünde sunak kalıntıları bulunmuştur, kuzeyde, sunağın karşısında , cephesinde dor düzeninde iki sütuna sahip ve tanrılar kültüne hizmet eden bir yapı vardır. Bir yazıta dayanarak burada Hermes ve Herakles’e , sembolik olarak vücut kuvveti ve sürat, tapınıldığı anlaşılmıştır.

AŞAĞI ŞEHİR
Konsül Attalos Evi

Agoranın kuzeyinde, yüksek bir teras üzerinde Roma çağında değişikliklere uğramış Hellenistik çağa ait soylu bir kişiye ait bir ev kazılmıştır. Bu ev sütunlu bir avlu (peristyl) etrafında inşa edilmiştir.Evin bütün güney bölümü antik çağdan itibaren yıkılmıştır. Avlunun sütunlu galerileri iki katlı olup, altta andesitten dor düzeninde, üstte mermerden ion düzenindedir. Batıda evin en büyük odası, erkeklerin toplantı ya da ziyafet odası (oikos) bulunur. Bu odanın girişinin sağ yanında bir Herme duruyordu ki eskiden evsahibi Attalos’un bronzdan bir portre başını taşıyor olmalıydı.Yazıtta adı anılmakta ve konukları onunla birlikte hayatın tadını sürmeye çağrılmaktadır. Avlunun kuzeyinde, koruyucu bir çatı altına alınan oturma ve yatak odalarında değerli duvar resmi ve taban mozaikleri bulunmuştur. Avluda bir tane büyük Hellenistik ve iki tane küçük Roma sarnıcı vardır.


Aşağı Agora (pazar yeri)

Asıl pazar meydanı M.Ö. 2. Yy. başlarında kurulmuştur. Dört yanda sütunlu galerilerle çevrilidir.Dor düzeninde iki katlıdırlar. Arkalarında tek odalı dükkanlar bulunur.Güney galeri yamaçta kurulduğundan alt kata , kuzey galeri ise ikinci bir üst kata sahiptir ve bunun dükkanları kuzeydeki caddeye açılırlar.Pazar yerinde dikili levhalarda toplum hayatının kanunları yazılıydı. Özellikle yol ve inşası , kuyuların, sarnıç ve su yollarının temizlenmesi gibi şehir polisiyle ilgili sıkı hükümleri kapsayan uzunca krali buyrultu önemliydi.(Astynom yazıtı, Ber. Müzesi) Pazarın ortasında bir kuyu bulunuyordu ki bunun suyu kuzeydeki konsül Attalos evinin büyük sarnıcından kayalar arasından akarak besleniyordu.

Eumenes Kapısı

Bergama’nın en güçlü kralı Eumenes II tarafından şehrin genişletilmesiyle şehir duvarı şehir tepesinin en güneyindeki yamaçlara kadar ileri götürülmüştür.Tahkimatın en önemli yapısı şehrin buraya yerleştirilen esas kapısıdır. Ovadan gelerek burada duvarın içinden geçen yol tahkimli kapı avlusunda dar bir kıvrım yaparak döner ve biraz daha ötede yüksekteki aşağı agoraya ulaşır. Kapı içindeki avlunun doğu duvarındaki sütunlu galeri ile korku verici karakteri giderilmiştir. Kapı, her taraftan gelecek saldırıyı önlemek üzere üç kule ile korunmuştu.



ANFİTİYATRO
Roma İmp. Çağı’nın diğer büyük yapıları Stadion, Aşağı Şehir Tiyatrosu ve özellikle görülmeye değer bir yapı Anfitiyatro’dur.Anfitiyatro küçük Asya’da çok az rastlanan bir yapı tipini temsil eder. Kazısı yapılmayan bu yapının bazı sütunları ayakta durmaktadır.Deniz oyunları için suyundan yararlanılan derenin iki yanda üzerinin tonozla örtülmesi dikkat çekicidir.


Kızıl Avlu

Antik kentin aşağı kesimi büyük oranda Bergama kasabası ile kaplanmıştır. Kasabanın içinde antik çağa ilişkin en etkileyici kalıntı Kızıl Avlu denen yapıdır. Gerek tasarımı, gerekse dev boyutları ile hayranlık uyandıran anıt, Roma ihtişamını çok iyi yansıtmaktadır. Kompleksin merkezini büyük bir salon ya da tapınak oluşturur. Esasında üç katlı olan bu yapı günümüze aşağı yukarı tüm yüksekliğiyle erişmiştir. Tapınağın iki yanında, kendisi gibi iyi korunagelmiş iki yuvarlak kule yükselmektedir. Her iki kulenin de önünde sütunlu galeriler ile çevrili birer avlu vardır. Sütunlu galerilerden pek az iz kalmasına karşın, iki avlunun da ortasında ince, uzun bir havuz saptanmıştır. Sıcak ve soğuk su künklerinin beslediği bu havuzlar dinsel yıkanma işlemine yöneliktir. Tapınak ve avlulu kulelerin önünde, uzunluğıı 182.9 m.’yi bulan ve bugün büyük kesimi Bergama kasabasının altında kalan uçsuz bucaksız ana avlu uzanır. Giriş kapısını içeren dış duvar ise ana caddedeki evlerin arasında şimdi de görülebilmektedir. Bir başka ilgi çekici özellik, büyük avlunun Selinus Irmağı üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Avlunun altında, onu bir baştan öbürüne eğik bir çizgiyle kat eden ırmak, hâlâ aynı işlevi sürdüren tonozlu iki kanalın içine alınmıştır.

Dev boyutlu yapının Mısır tanrılarına, öncelikle Sarapis'e (Mısır'da Osiris) adanmış bir kutsal alan olduğu kesindir. Yapının üçlü formu, Sarapis'in yanı sıra başka tanrıların, büyük olasılıkla İsis ve Harpokrates'in, tapım gördüğünü belirtir. Yapısal öğelerin her biri, kült ile ilgili farklı törenlerin uygulanmasına izin verecek biçimde tasarlanmıştır. Büyük ön avlu tören geçitleri için bir sahne oluştururken, tapınağın kendisi ikiye bölünmüş, yalnızca rahiplerin ve külte kabul edilenlerin ayak basabildiklerí içerideki bir kutsal yer ile tapımda bulunan kalabalığın toplandığı dışarıdaki bir alanı içermiştir. İki yandaki kule benzeri elemanların altyapısında saptanan büyük odaların, kült içinde önemli bir rol oynadıkları kuşkusuzdur. Bilindiği gibi, Sarapis'in yeraltı ile güçlü bağları ve Yunan yeraltı tanrısı Hades ya da Plouton ile ortak noktaları vardır. Küçük avlulardaki havuzlar ise İsis ve Sarapis tapımında suyun taşıdığı dinsel anlam ile ilişkilidir. İsis ve Sarapis kültünde su, yıllık taşkınlarıyla Mısır'a bolluk ve bereket getiren kutsal Nil Nehri'ni simgelemiştir. Yapı olasılıkla İ.S. 2. yüzyıla tarihlenir. Sonraları orta avluda bir kilise inşa edilmiştir. Mevcut yükseltilmiş taban bu yapıya aittir.

DEMETER KUTSAL ALANI
Bergama hanedanın kurucusu Philetairos zamanında (M.Ö. 281-263) şehir duvarının dışında kırsal çevrede Demeter’in (toprağın verimliliği ve bereket tanrıçası) kutsal alanı yer alıyordu.

Bu yapılar , yazıtlardan öğrenildiğine göre Philetairos ve kardeşi Eumenes tarafından M.Ö. 3. Yy.’ın ikinci yarısında anneleri Boa’nın anısına adanmıştır. Tapınak ve sunak andesit taşındandır. İon düzeninde anteli bir tapınaktır. Roma Çağı’nda mermer sütunlar ve alınlığı ile korinth düzeninde bir prostylosa çevrilmiştir. Tapınağın önündeki oldukça büyük Hellenistik Çağ sunağı eskiden gayet zarif Hellenistik köşe volütleriyle süslüydü.

Kutsal alan üç yanda galerilerle çevrilidir, bunlar vadi tarafında kuvvetli destek duvarları üzerinde kuzeye doğru genişletilmelerini Kraliçe Apollonis’e (Attalos I’in karısı) borçludurlar. Kraliçe , bugün tekrar dikilmiş sütunları ile (eol yaprak başlıklı) ayakta duran giriş kapısınıda yaptırmıştır.Bir kraliçenin bağışta bulunması buranın Bergama kadınları için özel önem taşıdığını gösterir, burada geceleri meşalelerin aydınlığında tanrıçanın bayramları kutlanırdı. Bergama müzesindeki , galerilerin Roma Çağı’ndaki değişimi sırasında kullanılmış bir kabartmalı levhada , sunağı yanında elinde meşalesi ile Demeter görülmektedir.Kutsal alanın girişinin solunda taş içine açılmış göze çarpmayan bir çukur vardır.Burası adak kuyusudur, kutsal yeri ziyaret eden kadınlar Demeter ve yeraltı tanrısı Hades’in karısı olan kızı Persephone için getirdikleri çörek , küçük domuz ve diğer armağanları buraya bırakırlardı.Karşısındaki akan bir çeşme kült temizliği için kullanılırdı.


HERA KUTSAL ALANI ve YUKARI GYMNASİON
Yukarı Gymnasion’un üstündeki dar terasta , Zeus karısı Hera’nın kutsal alanı bulunur.Bu alan batıdaki yuvarlak Exedra (oturma bankı ile heykel kaidesi) , doğuda sütunlu galeri ile çerçevelenmiş ortadaki bir tapınaktan meydana gelir. Çok basamaklı açık bir merdivenle çıkılan tapınak bir Roma podiumlu tapınağı ile hemen hemen aynıdır. Dor düzeninde bir prostylostur.Adak yazıtına göre Attalos II (M.Ö. 159-138) tarafından inşa ettirilmiştir. Tapınak cellasının içinde büyük ölçüde bir erkek heykeli bulunmuştur. Zeus’un kült heykeli ya da krali bağışı yapan Attalos II olabilir.

Aşağıda yer alan Gymnasion’da da başlangıçta krallık devrine ait Roma kuruluşunun ölçülerine yaklaşan Hellenistik bir yapı bileşimi vardı. Yukarı gymnasion geniş bir sütunlu avlunun dört yanındaki kuruluşlardan meydana gelir. Doğuda ve batıda hamamlarla sona erer, meydanın batı galerisinin arkasındaki orta mekanda , yarışlardan sonra temizlik için kullanılan yıkanma kurnaları hala durmaktadır.Kuzeybatı köşede ,üzeri kapalı ve tiyatro biçiminde bir salon vardır. Bu auditorium 1000 kişi kadar alıyordu.

Kuzey tarafın ortasındaki mekan Gymnasion’un esas odasıydı, doğuda buna eklenen iki apsisli odanın yazıtlarla “imparator salonu” olduğu anlaşılmıştır.Duvar kaplamalarında ,sütun ve saçaklıklarda Roma İmp.’nun çok uzak bölgelerinden getirilen çok çeşitli mermer cinsi kullanılmıştır.Doğuda eklenen hamamın bugün aşınmış duvarları da böyle kaplamaya sahipti, iyi durumda korunagelen bu hamamın andesit sütuncukların taşıdığı ısıtılan alt yapısı (hypokaust) hala iyi görülebilmektedir.Gymnasionun güneyinde arazinin düşüşü uzun bir koşu yolu, kapalı stadion yapısı ile çok hünerli kullanılmıştır.Bu stadionun üzerinde üstteki sütunlu avlunun güney galerisi uzanır.


GYMNASİON, AŞAĞI VE ORTA TERASLAR
Bergama Gymnasion’u şehrin en büyük profan yapı bileşimidir. Kuruluşun tümü ana çizgileri ve yayılımı ile Hellenistiktir.

Bu kuruluş araziye uygun olarak yukarıya doğru büyüyerek genişleyen üç teras üzerinde yer alır, aynı zamanda aşağıdan yukarıyada önemleri artar: Alt teras çocukların , orta gençlerin ,en üst terasta yetişkinlerindir.Güney batıdan ana yol gymnasiona ulaşır.Orta gymnasionun merdivenli girişinin doğusunda bir sütunun taşıdığı çatının altında 21 m uzunlukta dörtgen bir yapı olan büyük şehir çeşmesi bulunur.

Öndeki korkuluğun iç tarafında hala su almakta kullanılan kapların izleri görülmektedir.Bunun solunda ,batıda sınırları düzensiz bir terasta çocukların gymnasionun basit girişi bulunur. Güney kısmı bugün yıkılmıştır ve temel duvarlarından başka pek az kalıntı vardır. Arka duvar paye çıkıntıları ve nişlerle bezelidir. Kavisli bir açık merdivenle orta gymnasionun merdivenli geçitine ulaşılır.Birbirini dik kesen iki tonozlu örtü tekniği ile burası mimari bakımdan ilginçtir.(Hellenistik) Orta gymnasionun doğu ucunda küçük bir tapınağın temelleri görülmektedir. Hellenistik çağda inşa edilmiş geniş bir merdiven arkasında korint düzeninde anteli prostylos bir tapınaktır.Tapınağın önünde sunak kalıntıları bulunmuştur, kuzeyde, sunağın karşısında , cephesinde dor düzeninde iki sütuna sahip ve tanrılar kültüne hizmet eden bir yapı vardır. Bir yazıta dayanarak burada Hermes ve Herakles’e , sembolik olarak vücut kuvveti ve sürat, tapınıldığı anlaşılmıştır.

AŞAĞI ŞEHİR
Konsül Attalos Evi

Agoranın kuzeyinde, yüksek bir teras üzerinde Roma çağında değişikliklere uğramış Hellenistik çağa ait soylu bir kişiye ait bir ev kazılmıştır. Bu ev sütunlu bir avlu (peristyl) etrafında inşa edilmiştir.Evin bütün güney bölümü antik çağdan itibaren yıkılmıştır. Avlunun sütunlu galerileri iki katlı olup, altta andesitten dor düzeninde, üstte mermerden ion düzenindedir. Batıda evin en büyük odası, erkeklerin toplantı ya da ziyafet odası (oikos) bulunur. Bu odanın girişinin sağ yanında bir Herme duruyordu ki eskiden evsahibi Attalos’un bronzdan bir portre başını taşıyor olmalıydı.Yazıtta adı anılmakta ve konukları onunla birlikte hayatın tadını sürmeye çağrılmaktadır. Avlunun kuzeyinde, koruyucu bir çatı altına alınan oturma ve yatak odalarında değerli duvar resmi ve taban mozaikleri bulunmuştur. Avluda bir tane büyük Hellenistik ve iki tane küçük Roma sarnıcı vardır.


Aşağı Agora (pazar yeri)

Asıl pazar meydanı M.Ö. 2. Yy. başlarında kurulmuştur. Dört yanda sütunlu galerilerle çevrilidir.Dor düzeninde iki katlıdırlar. Arkalarında tek odalı dükkanlar bulunur.Güney galeri yamaçta kurulduğundan alt kata , kuzey galeri ise ikinci bir üst kata sahiptir ve bunun dükkanları kuzeydeki caddeye açılırlar.Pazar yerinde dikili levhalarda toplum hayatının kanunları yazılıydı. Özellikle yol ve inşası , kuyuların, sarnıç ve su yollarının temizlenmesi gibi şehir polisiyle ilgili sıkı hükümleri kapsayan uzunca krali buyrultu önemliydi.(Astynom yazıtı, Ber. Müzesi) Pazarın ortasında bir kuyu bulunuyordu ki bunun suyu kuzeydeki konsül Attalos evinin büyük sarnıcından kayalar arasından akarak besleniyordu.

Eumenes Kapısı

Bergama’nın en güçlü kralı Eumenes II tarafından şehrin genişletilmesiyle şehir duvarı şehir tepesinin en güneyindeki yamaçlara kadar ileri götürülmüştür.Tahkimatın en önemli yapısı şehrin buraya yerleştirilen esas kapısıdır. Ovadan gelerek burada duvarın içinden geçen yol tahkimli kapı avlusunda dar bir kıvrım yaparak döner ve biraz daha ötede yüksekteki aşağı agoraya ulaşır. Kapı içindeki avlunun doğu duvarındaki sütunlu galeri ile korku verici karakteri giderilmiştir. Kapı, her taraftan gelecek saldırıyı önlemek üzere üç kule ile korunmuştu.



ANFİTİYATRO
Roma İmp. Çağı’nın diğer büyük yapıları Stadion, Aşağı Şehir Tiyatrosu ve özellikle görülmeye değer bir yapı Anfitiyatro’dur.Anfitiyatro küçük Asya’da çok az rastlanan bir yapı tipini temsil eder. Kazısı yapılmayan bu yapının bazı sütunları ayakta durmaktadır.Deniz oyunları için suyundan yararlanılan derenin iki yanda üzerinin tonozla örtülmesi dikkat çekicidir.


Kızıl Avlu

Antik kentin aşağı kesimi büyük oranda Bergama kasabası ile kaplanmıştır. Kasabanın içinde antik çağa ilişkin en etkileyici kalıntı Kızıl Avlu denen yapıdır. Gerek tasarımı, gerekse dev boyutları ile hayranlık uyandıran anıt, Roma ihtişamını çok iyi yansıtmaktadır. Kompleksin merkezini büyük bir salon ya da tapınak oluşturur. Esasında üç katlı olan bu yapı günümüze aşağı yukarı tüm yüksekliğiyle erişmiştir. Tapınağın iki yanında, kendisi gibi iyi korunagelmiş iki yuvarlak kule yükselmektedir. Her iki kulenin de önünde sütunlu galeriler ile çevrili birer avlu vardır. Sütunlu galerilerden pek az iz kalmasına karşın, iki avlunun da ortasında ince, uzun bir havuz saptanmıştır. Sıcak ve soğuk su künklerinin beslediği bu havuzlar dinsel yıkanma işlemine yöneliktir. Tapınak ve avlulu kulelerin önünde, uzunluğıı 182.9 m.’yi bulan ve bugün büyük kesimi Bergama kasabasının altında kalan uçsuz bucaksız ana avlu uzanır. Giriş kapısını içeren dış duvar ise ana caddedeki evlerin arasında şimdi de görülebilmektedir. Bir başka ilgi çekici özellik, büyük avlunun Selinus Irmağı üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Avlunun altında, onu bir baştan öbürüne eğik bir çizgiyle kat eden ırmak, hâlâ aynı işlevi sürdüren tonozlu iki kanalın içine alınmıştır.

Dev boyutlu yapının Mısır tanrılarına, öncelikle Sarapis'e (Mısır'da Osiris) adanmış bir kutsal alan olduğu kesindir. Yapının üçlü formu, Sarapis'in yanı sıra başka tanrıların, büyük olasılıkla İsis ve Harpokrates'in, tapım gördüğünü belirtir. Yapısal öğelerin her biri, kült ile ilgili farklı törenlerin uygulanmasına izin verecek biçimde tasarlanmıştır. Büyük ön avlu tören geçitleri için bir sahne oluştururken, tapınağın kendisi ikiye bölünmüş, yalnızca rahiplerin ve külte kabul edilenlerin ayak basabildiklerí içerideki bir kutsal yer ile tapımda bulunan kalabalığın toplandığı dışarıdaki bir alanı içermiştir. İki yandaki kule benzeri elemanların altyapısında saptanan büyük odaların, kült içinde önemli bir rol oynadıkları kuşkusuzdur. Bilindiği gibi, Sarapis'in yeraltı ile güçlü bağları ve Yunan yeraltı tanrısı Hades ya da Plouton ile ortak noktaları vardır. Küçük avlulardaki havuzlar ise İsis ve Sarapis tapımında suyun taşıdığı dinsel anlam ile ilişkilidir. İsis ve Sarapis kültünde su, yıllık taşkınlarıyla Mısır'a bolluk ve bereket getiren kutsal Nil Nehri'ni simgelemiştir. Yapı olasılıkla İ.S. 2. yüzyıla tarihlenir. Sonraları orta avluda bir kilise inşa edilmiştir. Mevcut yükseltilmiş taban bu yapıya aittir.

ASKLEPİON

“ Ölümün Yasaklandığı, Vasiyetnamelerin Açılmadığı Yer”

Antik çağlarda Yunan halkı ölümden sonraki yaşamı hep yerin altında karanlıklar içinde düşünmüş, ve bu yaşama hep soğuk bakmıştır. Ölüm öncesi yaşama sıkı sıkı bağlanıp, ölümden sonrasına hep üstün tutmuşdur. Bu yüzden gerek Anadolu gerekse Yunanistan hep tiyatrolarla, stadyumlarla ve hamamlarla doludur. Oysa Mısır tam bir mezarlıklar ülkesidir. Yaşamın vazgeçilmez kaynağı sağlık da unutulmamış, pek çok değişik yerlerde sağlık için tesisler yapılmıştır. Ünü günümüze kadar ulaşan Bergama’nın Asklepion’u (Asklepieion) da sağlık alanında hizmet vermiştir.

Günümüz Bergama’sının önemli tarihsel ve gezmesel yeri, antik Pergamon’un sağlık yurdu Asklepion’un kuruluşu İÖ 4. yüzyıla dayanır. Yapılan kazılar Asklepion, Asklepion olmazdan önce yine aynı yerde başka bir yerleşimin olduğu sonucunu çıkarmıştır. Sağlık ve doktorluk tanrısı Asklepios için adanan bu tapım merkezi, olasılıkla, Anadolu’da sıkca karşılaşıldığı gibi, başka bir tapım merkezinin üzerine kurulmuştu. Asklepion’un işlevi, barındırdığı yapıları, söylenceleri ve ünlü Bergamalı hekim Galenos’u görmeden önce, Asklepion’a adını veren, eski Yunan’ın ve Roma’nın sağlık tanrısı olan Asklepios’u tanımak gerekir.


Asklepios Kimdir?

Sağlık tanrısı Asklepios yılanlı asası ile birlikte Sağlık tanrısı Asklepios, Yunan söylencelerinde Apollon’un oğlu olarak geçer. Şiddet ve aldatmacanın yoğun olduğu söylenceye göre Teselya kralının kızı Koronis tanrı Apollon ile sevişir ve ondan gebe kalır. Ne var ki tanrının dölünü karnında taşırken Arkadya’dan gelen bir yabancıyı da yatağına alır. Bu haberi tanrıya kutsal kuşu haber verir. Koronis korkunç bir cezaya çarptırılır. Bir odun yığının üstünde diri diri yanacaktır. Alevler içinde kadın can vermek üzeredir ki Apollon, çocuğun yok olmasına katlanamaz ve ölünün karnından dölünü çıkarır. Çocuğun büyümesi için at adam Kheiron’a verir. Bu olay hekim tanrının son anda kurtarıcı olarak yetişmesinin simgesidir. Asklepios'a, hekimlik sanatını öğreten Kheiron doğanın içinde yaşayan, doğanın sırrına ermiş bir varlıktır. Sağlığın kaynağı da doğada olduğuna göre Khereon’un açık havada, güneşin altında şifalı sulardan ve otlardan yararlanma yollarını bilmesi de gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.

Asklepios böylece usta bir hekim olarak yetişir, hekimliği ve cerrahlığın bütün bilgilerini edinir. Daha öteye gider, ölüleri bile diriltmeye varır. Bunun sırrını efsane şöyle açıklar: Tanrıça Athena, Gorgo canavarı öldüğü zaman bedeninden akan kanı toplamış ve Asklepios'a vermiştir. Gorgo'nun sağ tarafındaki damarlarda zehirli, sol tarafındaki damarlarda şifalı kan varmış. Bu şifalı kanla ölüleri diriltmek yoluna gitmiş ve dirilttiği adamlar arasında Kapaneus, Lykurgos, Minos'un oğlu Glavkos ve Theseus'un oğlu Hippolytos da varmış. Zeus doğal düzeni bozan bu hekim tanrının aşırı gücünden kuşku duymaya başlamış, onu cezalandırmak için üstüne bir yıldırım salmış, yakıp yok etmiş, ama Apollon da oğlunun öcünü almış, Zeus'a yıldırımı bağışlayan Kiklop'ları (Kyklop) öldürmüş, sonra da oğlu Asklepios'u gökte burçlar arasına yerleştirmiş.

Asklepios'un yok oluşundan sonra hekimlik sanatını kızı Hijye (Hygieia, Yunanca sağlık anlamına gelir) ve oğulları Asklepiades sıkı bir lonca düzeni içinde sürdürmüşlerdir. İlkçağ sonuna dek gelen bu gelenek içinde tüm hekimler bu efsaneye bürünmüş olarak çıkarlar karşımıza. Örneğin Hippokrates'in yaşam öyküsünün ne kadan gerçek, ne kadarı masal bilinmez bugün.

Asklepios adına yaptırılan tapınakların bulunduğu yerlerde kurulan sağlık yurtlarının en ünlüleri Peloponnes'teki Epidavros (Epidauros), Hippokrates’in görev yaptığı, Gökova Körfezi'nin ağzındaki Kos Adası (İstanköy) ve Bergama’dır.

Asklepios'un sembolleri arasında; yılan, tas, asa, köpek ve horoz görülür. Asklepios heykellerinde sakallı (sikkeler üzerinde sakalsız) elinde yılan sarısı asa, büyük ve sade harmaniye, ayağında büyük sandallar ile görülür.


Asklepion'un Tarihçesi

Bergama Asklepion'u M.Ö IV. yüzyılda kurulmuştur. Asklepios'un tapımı (kültü) hastaları iyileştiren tanrılığa yükselince M.Ö. IV. yüzyılda Yunanistan'da Epidavros'daki asıl kutsal yeri Bergama’ya getirilmiştir. Bu işi başaran Bergama'lı Aristohminos’un oğlu Arkias’dır. Arkias, Pindasos (Madra Dağı) sırtlarında avlanırken bir tarafı kırılmıştı. Bu zengin adam Epidavros’daki Asklepion’a gitmiş ve orada az zamanda iyi olmuştur. Dönüşünde vatandaşlarına hizmet olsun diye bakım işlerini gören asklepiyatlardan bir kaçını Bergama ya getirmişti.

Böylece ilk tapınak Ayvazali yöresinde kutsal çeşme ile onun yanındaki kayalık alanda kurulmuş oluyordu. Başlangıçtan beri bu kutsal bölge adım adım genişletilmiştir. M.Ö. IV. yüzyılda büyük alanda bulunan kaya ve temeller üstünde genişletilmiş olan Asklepion kutsal yol boyundaki anıt-mezarlarda klasik kültür bakımından özel bir durum taşıyordu.

MÖ 280 - 133 Bergama Krallağı döneminde akropol ve kent gibi Asklepion da geniş ölçüde kalkınma ve yükselme içine girmişti. Özellikle mermer işçiliğin değerli yapıtları ile süslenmiştir:

MÖ 218 de Büyük İskender'in hazinesi yüzünden Suriye kralı III.Antiokhos ordularını, Bergama kralı I. Attalos üzerine göndermişti. Bergama’ya kadar gelebilen bu ordu, akropolü kuşattı ve kenti yakıp yıktı. Asklepion ise çok az zararlı çıkmıştı.

MÖ 201 de Makedonya kralı V. Filip, akropolü zaptedemeyince kenti yakıp yıktı ve Asklepion’a da zarar vermişti.

MÖ 183-173 yılları arasında Bergama kenti bayındırlık aşamasına geçerken Asklepion da gözden geçirilmiş ve genişletilmiştir. Bu dönemdeki plana göre yer kazanmak için güney eğimli alan destek duvarlarıyla kapatılmış ve bir dehliz oluşturulmuştur. İon düzenindeki mermer tapınak kayalıklar üstünde yükselmiş, tedavi salonları kurulmuştur. Kutsal su için taş çeşme ve havuz yapılmıştır.

MÖ 156 da Bergama’ya Bitinya kralı II. Prusias saldırmış, kenti kuşatmasına karşın alamayınca aşağı kenti ve Asklepion'u yağmalamış, tüm heykel ve sanat ürünlerini alıp ülkesine götürürken Asklepios heykelini de unutmamıştır.

Bergama kralı III. Attalos zamanında sağlık tanrısı ile kral arasındaki sınıf ayırımı kaldırılmış ve Asklepios'un sağlık yurduna Kral kutsal yeri denmiştir. Kralın heykeli, tanrı heykelinin yanına dikildi ve adlarına kurban kesilmeye başlandı.

MÖ 133 yılı Bergama Tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bergama Roma güdümü girerken, Asklepion görevini sürdürüyor olmasına karşın bir çok sarsıntılar geçirecektir. MÖ I. yüzyılın başlarında Pontus kralı Mithridates, Bergama’ya değin bir kurtarma savaşına girmiştir. Bu ordu Bergama’ya geldiği zaman 80.000 Romalının canına girmişti. Bergama'daki Romalılar sığınmak amacıyla Asklepios Kutsal Alanı'na koşmuşlar, fakat tanrının heykellerine sarılırlarken insafsızca katledildiler.

Sulla'nın Romalı asi komutanı Fimbria ve arkadaşları Asklepion'a kaçmışlardı. Aristonikos'un adamları tarafından sığındıkları yerde yakalanıp öldürüldüler (MÖ 85). Kuruluşundan beri kutsal yurda verilen sığınma hakkı ilk kez bozuluyordu. Ancak bu hak Anadolu prokonsülü tarafından tekrar kabül olundu. Bu tarihlerde Asklepion gerilemeye yüz tutmuştur. Bunun nedeni de Roma ordularının Anadolu’daki savaşları yüzündendir. 150 yıl kadar basılan paralarda Asklepios'un başı ve yılanlı heykeli görülmemektedir.

Bununla birlikte MÖ I. yüzyılın başında olduğu gibi ikinci yansında da Asklepion önem ve özelliğinden bir şey yitirmemişti. Jimnas başkanlığını yürütmesi ve sığınma hakkını sürdürmesi ile bu önem anlalışmaktadır.

Asklepion'un Roma imparatorluğu zamanında yeni bir yükselme dönemine girdiği gözlenmektedir. Trayan, Hadriyan ve Karakalla ile bunu simgeleyebiliriz. Antaninus Pius zamanında (MS 138-161), Asklepion iki kat bir genişleme gösterir. Bu genişleme sırasında koridor, havuz ve tedavi bölümleri kazandırılmıştır. II. yüzyıl ortasında söylevci Aristides (Aristid) Bergama’ya gelmiş, bir çok hastalıkları için Asklepion’da tedavi olmak istemiş ve 4-5 yıl içinde tam sağlığına kavuşan Aristides: "Tüm sağlığımı, Asklepios sana borçluyum, sana gizemsi bir aşkla bağlıyım" demektedir. Aslında Asklepion hakkındaki bilgilerimizin çoğu bu bilge kişinin yazdıklarına dayanır.

Asklepion’un bu son parlak dönemi de çok uzun sürmedi. İmparator Decius zamanında (249-251) üç hristiyanın Asklepion'un yakınındaki tiyatroda parçalanması, Bergama’da derin yankılar uyandırmıştır. Yeni dine karşı gösterilen bu şiddet, inanç ve duygular üzerinde büyük tepki gösterecektir kuşkusuz. Hemen bunun arkasından gelen İmparator I. Valerius (253-260) zamanındaki büyük deprem kenti ve Asklepion’u büyük ölçüde yıkıma uğrattı. Yeni dinin baskısı ve depremlerin doğal yıkımı Asklepion'u bir daha ayağa kalkmamak üzere yere sermişti. Bu imparatorun ilk günlerinde basılan paralarda görülen Asklepios görüntüleri de son simgeler olarak kalmaktadır.

Hristiyanlık Bergama'da kök salmakta geçikmedi ve izleri Asklepion'da da bıraktı. Asklepios tapınağının bu dönemde kilise olarak kullanıldığı, ortasında duran mermer kürsü altlıktan ve anıtsal kapı (propilon, propylon) yanında bulunan vaftiz yerinden anlaşılmaktadır.

Küçük koridorun tapınağa bitişik yerindeki odacıklar, güney koridorun mahzenindeki sıva üstündeki haç ve havuz ile su deposu yapılan bodrumdaki sıvalar hep Bizans dönemi kalıntılarıdır.

Asklepion tapınağının içindeki kilise kürsüsü yanında bulunan bir mezardan çıkan kemikler arasındaki paradan, mezarın XV. yüzyıldan kalma olduğu saptanmaktadır. Ölümün yasaklandığı Asklepion artık mezar gibi kullanılmaktadır. XIV. yüzyılda Bergama, Osmanlı Türklerinin eline geçtiği zaman Asklepion tepeden inen sellerin yığdığı kalın bir toprak tabakasıyla örtülmüştü.

Asklepion’da Kazılar

Asklepion’da ilk kazılar, 1927 yılında başlamıştır. Alman kazı kurulu başkanı Wiegand Asklepion'un yerini saptamış ve 1928 den sonra Asklepion ortaya çıkarılmaya başlanmıştır. İlk buluntular arasında kuzey koridor kolonları yerleştirilmiş ve tiyatronun birinci bölümünün onarımı yapılmıştır. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nün yardımları ile Basın-Yayın Genel Müdürlüğü Turizm bütçesinden destek ile Bergama Müze Müdürü Osman Bayatlı Asklepion'un onanrımı, 20 kadar sütunun dikimi ve küçük tiyatronun doğuşunu hazırlamışlardır.

1958 yılında Alman arkeologlar kutsal alanın orta kesiminde yeniden çalışmaya başladılar. Bu kazılar çeşitli yenilikler sunmaktadırlar. Hellenistik uyku odalarının altında, üstteki kuzey-güney yönlendirmeden farklı olarak, eğik bir biçimde uzanan duvarlara rastlanmıştır; işçilik, duvarların en geç İ.Ö. 4. yüzyıl başlarında örüldüğünü göstermektedir. Gerek söz konusu duvarlar, gerekse bir birtakım arkaik figürinler ve yakında bulunup, çok erken bir döneme tarihlenen bir keramik parçası, İ.Ö. 4. yüzyılda kurulan Asklepion'dan önce burada yerleşildiğine işaret eder. Çevrede ele geçmiş bazı pişmiş toprak figürinlerin oturan bir kadını betimlemesi nedeniyle, kazıcılar burada bir tanrıça kültünün bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Ne ki, figürinler daha geç bir döneme aittir. Bu durumda eski kültün (eğer gerçekten eski bir kült var ise), Asklepios kültünün yanı başında yaşatıldığı anlaşılır. Sorun henüz tam anlamıyla çözümlenememiştir.

1969-1971 yılları arasında Oscar Ziegenaus yönetiminde Asklepios Tapınağı kazıları tamamlandı.


Asklepion’un Konumu

Asklepion'un yeri; kentin batı kesiminde, denizden 108 metre yükseklikte ve rüzgarlardan korunabilir bir yerdedir. Örneğin Aristides buranın konumu için; su ve havasının iyiliğinden gelişi güzel seçilmiş olmayıp gizemsel bir seçim olduğunu belirtir.

Bergamalı ünlü hekim Galenos ise; Asklepion'un Misi Dağları’nın (Geyikli) ayaklarında, hava akımlarından korunmuş, temiz havası ve suyu olan uygun bir yerde kurulduğunu vurgular.

Ozan ve tarihçi Horas ise; oraya sıcaklar sıtma götürmez, orada vasiyetnameler açılmaz diyerek önemini dile getirir.

Kazılar sonucu gün ışığına çıkarılan Asklepion'un bugün gördüğümüz kalıntıları büyük oranda İ.S. 2. yüzyılda gerçekleştirilen geniş çaplı yenilemeye aittir. Bunun öncesinden kalanlar ise kutsal alanın esas çekirdeğini oluştururlar: Kutsal kuyu, tapınağın ve onun batısı ile güneyinde yer alan uyku odalarının temelleri. Bugün gördüklerimizin çoğu Aelius Aristides'in zamanında inşa edilmiştir. Ne yazık, onun sözünü ettiği yapılar genellikle günümüze erişmemiştir. Yine de kutsal alandaki ilk yerleşmenin Arkaik Dönem'e, hatta Bronz Çağ'a gittiği anlaşılmaktadır. Yunan tanrısı Asklepios'un kültü olasılıkla daha eski ve yerli bir kutsal alan üzerine kurulmuştur.


Kutsal Yol (Via tecta)

Viran Kapı’dan başlayıp Asklepion’u Bergama’ya bağlayan yol.. Kazılarla önemli bir kısmı açığa çıkarılan kutsal yol, anıtsal kapının önündeki avluya eğik bir şekilde kavuşur.


Anıtsal Kapı

(Propilon, Propylon) Kutsal alana, kutsal yol üzerinden girişlerin yapıldığı ana kapı.


Kütüphane:

Anıtsal kapıdan geçtikten sonra hemen sağda, yani kuzeyde, kütüphane yer alır. Kütüphane, duvarlarında nişler bulunan kare biçimli tek bir odadan ibarettir. Doğu kenardaki orta nişi, bilimsel çalışmaları koruması nedeniyle kütüphanenin adandığı İmparator Hadriyan'ın (Hadrianus) heykeli süsler. Hadriyan ayrıca Asklepion'un bütününde yapılan yeniliklerden ve onun Yunan dünyasındaki en ünlü tapınaklar arasına yükselmesinden de sorumludur. Okuma için gerekli ışık, nişlerin üzerindeki bir sıra pencere ile sağlanmıştır. Kütüphane bir tıp kitaplığı sayılmamalıdır; tersine hastaların hizmetine sunulmuş klasik yapıtları kapsayan bir koleksiyondur. Hadriyan heykeli ve belki yapının tümü Flavia Melitine adlı bir kadın tarafından adanmıştır.


Zeus-Asklepios Tapınağı

Anıtsal kapının öbür yanında yuvarlak Zeus-Asklepios Tapınağı yer alır. Mevcut kutsal alanın baş tapınağı olan yapıdan yalnızca en alttaki taş sırasının kalmasına karşın, duvar örgüsündeki ustalık gözden kaçmaz. Tapınağın arkasında, doğu yanda bir merdiven dışarıdan çatıya ulaşıyordu ve olasılıkla onarım işlerine yönelikti. Ön cephede ise, soldaki anıtsal kapıdan kutsal alana inen merdivenleri bakışımlı bir biçimde dengeleyen ikinci bir merdiven vardı. Burada Asklepios'un Zeus ile bağdaştırılırması, Aristides'e göre üzerinde durulması gereken bir durumdu. Ünlü hatip, Asklepios'un tıpkı Zeus gibi yüce, çok yönlü ve her şeyi saran bir güce sahip olduğunu anlatmıştır. Onun kendi girişimleriyle düzenlediği bir koro gösterisi onuruna, bir üç ayaklı kazan adadığı tapınak da yine burasıdır. Kazanın üç ayağı da birer altın figürle bezenmişti: Birinde Asklepios, öbüründe Hijye, sonuncusunda da Telesforos (Telesphoros) figürü vardı. Adak, Asklepios heykelinin sağ elinin altına yerleştirilmişti. Sağlığı ifade eden Hijye ve Gerçekleştirici anlamına gelen Telesforos Asklepios'un çevresindeki ikincil tanrılardı.


Stoalar

Kutsal alan kuzey, batı ve güney yanlarında stoalar ile çevrelenmişti. Bu sütunlu galeriler Yunan sivil mimarisinin vazgeçilmez öğelerindendir; insanları yazın güneşten, kışın yağmurdan korurlardı. Pergamon Asklepion'unda en iyi korunagelen stoa kuzeydekidir. Kazı sonrasında, bu kesimdeki sütunlar yeniden ayağa kaldırılmıştır. Kuzey stoa sütunları İon düzenindedir. Yalnız kütüphane tarafindaki son on sütun bir depremde yıkılmış ve yerlerine postament üzerine oturtulmuş, kompozit başlıklı sütunlar dikilmiştir - kompozit tip, İon sütun başlığına özgü volüt ile Korint başlığındaki akanthus yapraklarını birleştirir.

Kalıntı bırakmamasına karşın, batı stoanın kuzeydekine benzediği anlaşılır. Tam ortasındaki kapı ve basamaklar, başka bir stoaya giriş sağlamıştır. 120 m. uzunluğunda ve Dor düzenindeki bu stoanın gerisinde bir dizi mekân, önünde ise Aristides'in de değindiği, jimnazyum (gymnasion) işlevli bir açık alan vardır.

Güney stoa da tümüyle yıkılmıştır. Bu yan, arazinin eğimi yüzünden alçakta kaldığından, bir bodrum kat gerektirmiştir. Günümüze erişebilen bodrum kat, ortadaki bir paye dizisiyle iki nefe bölünmüştür. Payeler üstteki stoayı taşımış, bodrum kattan ise depo olarak yararlanılmıştır.


Tiyatro

Kuzey stoanın batı ucunda küçük bir tiyatro vardır. Yapı Roma Dönemi tiyatroları için tipik olan yarım daire şeklindedir. İzleyicilerin oturdukları kademeli bölüm, merdivenler ile dikeylemesine üçgen biçimli beş alana ve bir geçit yani diazoma ile yataylamasına ikiye bölünmüştür. Orta bölümün en aşağıdaki üç sırası önemli kişilere ayrılmıştır. Anlaşıldığına göre sahne yapısı üç katlıydı. Onun önünde yer alan, oyuncuların gösterilerini sundukları sahne, yerden yaklaşık 1 m. yükseklikteydi. Bir yazıt tiyatronun Asklepios ile Athena Hijye'ye adandığını belgeler. Yapı 3500 kişinin oturmasına izin veriyordu. Asklepion'da kalan hasta sayısının hiçbir zaman bu kadar yüksek olamayacağı göz önüne alınırsa, çevredeki halkın da gösterileri izleyebildiği sonucuna varılmaktadır.


Genel Tuvalet (Latrinler)

Batı ve güney galerilerin birleştiği köşede, antik çağda kullanılan latrinlerin ilginç bir örneği ile karşılaşılır. Erkeklere ayrılan büyük mekânın gösterişli olduğu anlaşılır. Burada mermerden, yaklaşık otuz adet oturma yeri vardı. Çatı, özenle işlenmiş Korint başlıklar taşıyan dört payenin üzerine oturtulmuş, ortasında ışık ve hava dolaşımı için bir boşluk bırakılmıştı. Böyle görkemli latrinler, dönem için karakteristiktir. Bunlar günümüzde aradığımız gizlilikten yoksun bulunmalarına karşın, göz alıcı bir biçimde inşa edilip, kusursuzca donatılmışlardır. Öte yandan, bayanlara ayrılan latrin daha küçük ve sadedir.


Uyku Odaları, Şifalı Kaynak ve Kuyular

Kutsal alan ve kültün odak noktası Kutsal Kuyu idi. Kuyu basit bir yapının içine alınmış, künkler aracılığıyla bir pınardan beslenmesi sağlanmıştı. Su, hastaların içine girmesi için değildi; çeşitli kaplarla çekilerek yıkanma ve özellikle içme suyu olarak kullanılıyordu. Aristides kutsal suyun yararlarını coşkuyla anlatır, hatta yazılarından birini, yalnızca bu su için düzdüğü övgülere ayırmıştır. Dediğine göre kuyu her zaman dolu ve su, yazın serin, kışın ılıkmış. Göz hastalıkları çekenler, bu suyla banyo yaparak göğüs hastalıkları, astım ve ayak sorunlarından yakınanlar, suyu içerek şifaya kavuşuyormuş. Bir keresinde, dilsiz birisi suyu içince, konuşmaya başlamış. Pergamon'daki suyun kutsallığı, başka yerlerdeki kutsal nitelikli sular gibi - örneğin, Delos'taki gibi - kimsenin dokunmasına izin verilmemesinden kaynaklanmıyordu. Pergamon Asklepion'undaki su kutsaldı, çünkü kullanan herkese tanrının yardımıyla yararlar veriyordu.

Kutsal alanda, ayrıca iki çeşme vardır. Her ikisi de hastaların sağaltımında rol oynayan bu çeşmelerden birisi, tiyatronun yakınındadır. Üstü açıktır, mermer bir tekne ile donatılmış ve olasılıkla soğuk banyo önerilen hastalarca kullanılmıştır. Obürü batı tarafın ortasına rastlar. Tekne kayaya oyulmuştur. Üzerinin bir çatı ile örtüldüğü anlaşılır. Kış mevsiminde ve yağışlı havalarda çevresinde yoğun biçimde çamur birikir. Asklepion'u kazanlar, hastaların buradaki birikinti ile çamur banyosu yaptıklarını, sonra da teknede yıkandıklarını ileri sürmüşlerdir. Eğer tekne bir tek bu amaca yaramış ise çamur banyosu sık uygulanmış bir tedavi yöntemi olmalıdır, çünkü tekneye inen basamaklar bir hayli aşınmıştır.

Kutsal Kuyu'nun hemen güneybatısında uyku odaları yer alır. Yalnızca temelleri korunan odaların ayrıntılı biçimde tümlenmesi olanaksızdır. Uyutulma işlemi kesin dinsel kurallar uyarınca gerçekleştiriliyordu. Kurallardan bazılarını çok hasar görmüş bir yazıttan öğreniyoruz: Hasta, uyku odasına girmeden önce yıkanıp beyaz giysiler giymeli, kuşak ya da yüzüğünü çıkarmalı ve kurban sunmalıdır. Bergama'da kurbanın zeytin dallarıyla süslü, beyaz bir koyun olduğu anlaşılır; Aristophanes'ten (Klasik Dönem oyun yazarı) öğrendiğimize göre, Atina'da ise Asklepios'a adak çörekleri sunulmuştur.


Hellenistik Devir’a ait Asklepios, Apollon ve Hijye (Hygieia) Tapınakları

Uyku odalarının kuzeyindeki kayalık taban üzerinde, günümüze pek az iz bırakan üç tapınak yükseliyordu. Bunlar Kurtarıcı Asklepios'a, kızı Hijye'ye ve babası, Güzel Çocuklu Apollon'a adanmış tapınaklardı. Hijye Tapınağı'nın içinde ya da yanında Telesforos'un kutsal bir yeri vardı. Telesforos ilk kez Bergama'da Asklepios'un çevresinde yer alan, daha sonra başka yerlerde de tapım gören bir çocuk-tanrıydı. Sağaltım kültünde önemli bir rol oynuyordu: Aristides bir gün kendisine Telesforos'un, daha doğru bir deyişle Telesforos rahibinin, vücuduna sürülecek bir merhem verdiğine değinir. Bir keresinde de Aristides bir düş görmüş ve düşünde bütün vücudunu kurtarmak istiyorsa, bir organını kesip Telesforos'a adaması gerektiğini öğrenmiştir. Fakat rahip bir organın adanması çok acı vereceğinden, Aristides'in parmağındaki yüzüğü adamasının yeterli olacağına karar verir. Böylece parmak adağı yapmış gibi, etkili bir sonuç elde edilebilecektir. Aristides'in öyküsü gerçekçi ifade biçimiyle, enikonu inandırıcıdır.

Hastaların Tedavi Gördüğü Klinik

Kutsal alanın güneydoğu köşesinde, tiyatrodan sonra alanın en iyi korunmuş öğesi olarak karşımıza çıkan, ikinci bir yuvarlak yapı vardır. Yapı iki katlıydı. Esas katı oluşturan üst katta daire biçimli bir mekân, büyük apsisler ile çevrelenmiş ve ahşap bir çatı ile örtülmüştü. Fakat bunlar günümüze ulaşmamıştır. Ayakta kalabilen kesimi, alt kat ya da bodrum katıdır. Burada, ortadaki çekirdeğin çevresinde dolaşan bir dehliz yer alır. Belirli aralıklarla yerleştirilmiş, masif ayakların oluşturduğu bir halka, dehlizi boylu boyunca ikiye bölmektedir. Ayaklardan kimisinin dibinde yıkanmaya yönelik tekneler görülür. Güneydoğuda, üst kata çıkan iki merdivenin kalıntıları göze çarpar.

Bu yapıya antik yazarlardan hiçbiri değinmemiştir ve işlevi kesin biçimde bilinmemektedir. İ.S. 2. yüzyılda kutsal alanı yenileyen tasarımın bir ürünü olması ihtimali, bu tasarımdaki bakışımı bozduğnundan, akla yakın görünmemektedir. Telesforos Tapınağı yakıştırmasının ardında ise hiçbir dayanak yoktur; yukarıda belirtildiği gibi, Telesforos'un kutsal yeri alanın başka bir köşesinde bulunmaktadır. Aslında yapının bir tapınak olduğu da kesin değildir. Buna karşılık, sağaltım sürecinde belirli bir rol oynadığı kuşkusuzdur. Bodrumdaki yıkanma teknelerinin yanı sıra yapının bir tünel ile Kutsal Kuyu'ya bağlanması, tıbbi bir işlev taşıdığına işaret eder.


Yeraltı Geçidi

Geçit kusursuz bir biçimde korunmuştur. Her iki ucunda merdivenler, tepesinde içerisini aydınlatan bir dizi delik vardır. Asklepion'u kazanlar, tünelin iki amacı olabileceğini öne sürmüşlerdir. Bunlardan birincisi, kutsal alanda çalışanların yararlanması için yapıldığıdır. İkinci seçenek ise yaz günlerinde hastalara serin bir korunak sağlanması amacını gündeme getirir. Oysa belki daha güçlü bir olasılık, tünelin özellikle kötü havalarda hastaların yuvarlak yapıdan çıkıp, kutsal alanın kuyu çevresindeki merkezine ulaşmalarına yaramasıdır. Yuvarlak yapının ya da en azından bodrum katının, kutsal alanda kalan hastalar için hem sıcak, hem de yağışlı havalarda korunabilecekleri bir yer olarak yapıldığını kabul edebiliriz. Yapıya güneyden bitişen taş döşeli teras, yatalakların kutsal alanın kalabalığına girmeksizin, hava alıp güneşlenmesini sağlamıştır.


Asklepion’da Sağaltım Yöntemleri

Roma İmparatorluk Dönemi'nde Bergama Asklepion'u önemi bakımından Epidavros'takinden sonra ikinci sırayı alıyordu. Asklepion’daki sağaltım yöntemleri hakkındaki bilgilerimizn çoğunu ünlü söylev ustası ve kronik bir hasta olan Aelius Aristides öğreniyoruz. Buranın sürekli ziyaretçilerinden Aristides bazı yazılarında doğrudan Asklepion'u ele almış, Asklepios'un uyguladığı olağanüstü tedavi biçimlerini anlatırken, Asklepion'a ilişkin değerli bilgiler vermiştir.

Gerek Bergama'da, gerekse diğer Asklepionlarda gerçekleştirilen sağaltım, doğaüstü ve kılgılı yöntemleri garip bir biçimde kaynaştırmıştı. Sağaltımın en önemli özelliği, hastanın uyutulmasıydı: Hasta kutsal alan sınırları içinde uyutuluyordu. Uyandığında ya iyileşmiş ya da o kadar şanslı değilse, rahiplere anlatacağı bir düş görmüş oluyordu. Bu düşe göre rahipler, daha dünyevi tedavi yolları öğütlüyorlardı. Rüya çok kesin değilse - Aristides'in rüyaları genellikle kesindi - rahiplerce yorumlanması gerekirdi. Rahipler, böylece hekimlerin işlevini gerçekleştiriyorlardı. Fakat herhangi bir dinsel görevleri olmayan hekimler de tedavi biçiminin belirlenmesinde çoğu kez rahiplere yardım ederlerdi. Hippokrates'ten sonra antik çağın en ünlü hekimi sayılan Galenos, Bergama'da doğmuş ve Asklepion'da çalışmıştı. İlk tıbbi deneyimlerini, belki yakındaki amftiyatroda gösteriler yapan ve başkalarına oranla üzerinde çalışılacak daha çok insan malzemesi sağlayan, bir gladyatör topluluğunun hekimi olarak kazandı. Antik çağdaki sınırlı tıp bilgisi göz önüne alınırsa, uygulanan tedavinin genelde çok akıllıca yürütüldüğü ve mesleğin yüzünü ağarttığı anlaşılmaktadır. Üç temel öğe: perhiz, sıcak ve soğuk banyo ile beden hareketleridir. Sindirim bozukluğu şikâyetiyle Epidavros Asklepios Tapınağı'na başvuran bir Milaslının (Milasa, Mylasa) durumu örnek alınabilir. Hastaya ekmek, peynir, maydanoz, marul ve ballı sütten oluşan bir perhiz verilmiş, çıplak ayakla dolaşması, her gün koşması, çamur banyosu yapması ve belki tuhaf, ama sıcak bir banyo almadan önce vücudunu şarap ile ovması öğütlenmiştir. Tedavi başarılı sonuç vermiş ve hastanın şükranını dile getiren bir yazıt, bunun kanıtı olarak günümüze ulaşmıştır.

Çamur banyosundan, Bergama'da da yararlanılıyordu. Aristides, tanrının buyruğu üzerine, soğuk bir kış gecesinde nasıl çamur banyosu yapıp tapınakların çevresinde üç kez koştuğunu ve nihayet kutsal çeşmede üstündeki çamurları temizlediğini çok canlı bir anlatım ile aktarır. Yazarın sözlerine bakılırsa, hava o kadar soğukmuş ki, hiçbir giysi insanı koruyamıyormuş; yazara eşlik etmeye gönüllü olan iki dostundan biri hemen geri dönmüş, öbürü de spazm geçirmiş ve gevşetilmesi için hamama götürülmesi gerekmiş. Üzerinde uygulanan tedaviler eğer gerçekten doğru ise Aristides'in bünyesi, sürekli hastalıklarına rağmen, anlaşılan çok güçlüydü. Bir keresinde de kırk gün süren dondan sonra Asklepios, yazara yataktan kalkmasını ve yalnızca keten bir gömlek giyip, dışarıdaki çeşmede yıkanmasını öğütlemiş. Her yer donmuş olduğundan, su bulmak çok güçmüş. Su musluktan akar akmaz donuyormuş. Yine de Aristides tanrının buyruğuna boyun eğmiş ve soğuğu herkesten az hissetmiş. Bir başka kez, kış ortasında yazar İzmir’deyken (Simirna, Smyrna) düşünde Asklepios görünmüş. Tanrı ona aşağıya inerek kentin dışındaki ırmakta yıkanmasını söylemiş. Soğuk o denli şiddetliymiş ki, ırmak kıyısındaki çakıllar katı bir yığın oluşturacak biçimde donmuşmuş. Aristides her şeye rağmen suyun en derin yerine atlayıp bir süre yüzmüş ve dışarıya çıkınca, gün boyu süren ılık bir zindelik hissetmiş. Olayın şaşkına dönen tanıkları ister istemez haykırmışlar: "Yücedir Asklepios."

Aristides, sağaltımda tutulan yöntemlerin bu aykırı niteliğine, kendisi de şaşıyordu. Fakat yazar, artık Bergama'da epeyce tanınmış birisiydi; kuşkusuz rahipler onun bünyesinin nelere dayanabileceğini de hastalıklarının ne denli önemli bir bölümünün hayal ürünü olduğunu da kendisinden daha iyi değerlendiriyorlardı. Baldıran suyu ya da kireç katılmış su içmek ve pekliğe karşı uzun süre oruç tutmak, Aristides'e aykırı gözüken tedavi yöntemleriydi. Foçalı (Phokaia) bilge Hermokrates de bir öyküye konu olmuştur. Bir gün Hermokrates, imparatorun huzurunda bir okuma yapmış. İmparator Hermokrates'ten o denli hoşnut kalmış ki ona dilediği bir ödülü seçmesini söylemiş. Hermokrates, Bergama Asklepios'unun buyruğu üzerine, günlük ile tütsülenmiş keklik perhizi yaptığını, fakat ülkesinde günlük bulmanın bir hayli güç olduğunu, bu yüzden imparatordan çok miktarda günlük istediğini belirtmiş. Aristides, Asklepios'un bir boksöre rüyasında görünerek, zorlu bir rakibe karşı kullanabileceği oyunları öğrettiğini de anlatır.

Asklepios'a bağlanan sağaltımların çoğu mucizevidir. İ.Ö.4. yüzyılda Epidavros Kutsal Alanı'na, burada gerçekleştirilen çeşitli sağaltmaları belgeleyen mermer steller dikilmiş ve bunlardan bazıları günümüze ulaşmıştır. Bunlardan birinde, bir kadının beş yıllık bir gebeliğin ardından, kutsal alanda uyuduğu ve sabah uyanır uyanmaz beş yaşında bir erkek çocuk doğurduğu yazılıdır. Bir diğeri, Epidavros'a çocuk sahibi olma umuduyla gelmiş ve hayal gördüğü bir sırada, kendisine dileğini soran Asklepios'a, gebe kalmak istediğini söylemiştir. Başka bir isteği olup olmadığı sorulunca, dünyada başkaca bir isteği olmadığı yanıtını vermiştir. Kadın gebe kalır, ama gebeliği üç yıl sürer. Bunun üzerine kurtuluş için, yeniden tanrıya başvurur. Ona verilen karşılık, özellikle sorulmasına karşın, gebe kalmaktan başka bir dilek belirtmediği yolundadır. Yanlış dile getirilen dilek teması, antik çağda sık sık yinelenir; tıpkı Midas ve her şeyi altına dönüştüren dokunuşu ya da sonsuz yaşamı elde eden fakat sonsuz gençlikten yoksun kalan Tithonos ile ilgili efsanelerdeki gibi. Her ne ise, Epidavros'taki belki en mutlu olay Pandaros adlı birinin başından geçer. Anlaşıldığına göre, bir zamanlar köle olduğundan, Pandaros'un alnında dövme ile yapılmış işaretler vardır ve bunlardan kurtulmak amacıyla Asklepios’a gelmiştir. Tanrı geceleyin onun alnına bir çatkı bağlamış ve sabahleyin çatkıyı çıkarıp, tapınağa adamasını söylemiştir. Ertesi sabah çatkı çözülünce, işaretlerin çatkıya geçmiş olduğu görülmüştür. Kısa bir süre sonra, Pandaros'un Ekhedoros adlı ve yine dövmeli bir arkadaşı aynı amaçla tanrıyı ziyaret eder. Yanında, minnettar Pandaros'un kendi adına tanrıya adanması talimatıyla verdiğri bir miktar para da vardır. Ekhedoros onursuzca davranıp, bu görevi yerine getirmez. Üstelik tanrı geceleyin kendisine görünerek, Pandaros'un para gönderip göndermediğini sorunca, bunu inkâr da eder. Bir tek, dövmelerin temizlenmesine ilişkin dileğini belirtir. Asklepios, Pandaros'un tapınağa adadığı çatkıyı, bu kez Ekhedoros'un başına bağlar ve sabah çıkarttıktan sonra kutsal havuzda yansısına bakmasını buyurur. Ekhedoros tanrının söylediği gibi yapar. Sabah görür ki, çatkı temiz kalmıştır, ama alnındaki dövmelere şimdi Pandaros'unkiler de eklenmiştir.

Bu belgeler rahipler tarafından derlenip yayımlanmıştır, dolayısıyla şifaya kavuşmuş hastaların adak yazıtları kadar gerçekçi değildir. Yine de bunları uydurma sayacak kişi dikkatli olmak zorundadır. Epidavros'a gelen, elinden sakat birisi böyle bir gaflette bulunmuştur. Bir yandan kutsal alanda yürüdükçe, bir yandan da yazıtları okuyup homurdanmış, hiçbirine olanak bulunmadığını söylemiştir. Asklepios onu inandırmak için, sakat elini şifaya kavuşturmuş, fakat lanetini de eksik etmemiştir. Adam artık hep "Kuşkucu" adıyla anılacaktır. Bu vaka da bir sonraki stele yazılarak, belgeler arasındaki yerini almıştır.

İşte Asklepios kültü böyle bir görünüm çiziyordu; yarı batıl, yarı bilimsel. Ama sonuca, ister kendi kendine telkin veya inanç yoluyla, isterse tıbbi tedaviyle, nasıl ulaşılırsa ulaşılsın, kültün büyük ölçüde revaç bulduğu kesindi. Bunun nedenlerinden biri, tanrı ile yakın kişisel ilişkiye girilmesiydi. Asklepion yalnızca bir sağlık kurumu değildi; bir hastaneye ise hiç mi hiç benzemiyordu. Asklepion kamusal ve dinsel bir kutsal alandı; sağlıklı veya sağlıksız, yurttaş veya yabancı, herkese açıktı. Tanrı tarafından öğütlenen, ama vakurluğuna yakışmayan bazı tedavilerin izleyiciler önünde uygulandığını ve onlara eğlence kaynağı olduğunu, bize birçok kez anlatır Aristides.

Doğal olarak, hastaların hepsi bir gecede ya da birkaç günde şifa bulmuyordu, çoğunlukla uzun süreli ziyaretler gerekiyordu. Olağan süre bir yıldı. Bu süre içinde hastaların nerede kaldıkları bilinmemektedir. Ciddi hastalıklar sağaltım yerinde kalınmasını zorunlu kılar, ancak kazılar kesinkes bu amaç için tasarlanmış herhangi bir yapıyı ortaya çıkarmamıştır. Hareket ettirilemeyen hastaların belki uyku odasında kalmasına izin veriliyordu. Öte yandan, rahatsızlıkları o denli ciddi olmayanları can sıkıntısından kurtarmak amacıyla, birtakım çözümler düşünülmüştü. Kutsal alanda hem bir tiyatro, hem de bir kütüphane vardı. Gerçek şu ki, can sıkıntısı burada bir sorun olamazdı. Kutsal alan her gün hastalar ve ziyaretçilerle biraz daha kalabalıklaşıyordu. Bilginleri, Galenos ve diğerleri gibi hekimleri, her biri ardında bir dinleyici topluluğuyla bir aşağı bir yukarı yürürken ya da iyiliksever bir rahibi bir topluluk ile rahatça kaynaşırken ya da hastaları kendi aralarında sohbet ederken gözümüzün önünde canlandırmamız hiç güç değildir. Köleci bir toplumda boş zaman çoktu ve Yunanlılar bunu nasıl değerlendireceklerini iyi biliyorlardı; hiçbir Yunanlı, yanında tartışacak biri bulunduğu sürece, sıkılmazdı.


Galenos

Bergama'da 130 yılı civarında doğan Galenos, o dönemlerin en önemli hekimlerini bir araya toplayan sağlık yurdunda (Asklepion) tıp eğitimi görmüştü. Antikçağın, Hippokrates'ten sonraki en büyük hekimi kabul edilen Galenos, Bergama'da yıllarca çalışmış, gladyatörleri tedavi ederken insanın anatomisini iyice tanıma fırsatı bulmuş, hekimlik deneyimini arttırmıştı. Damarların hava değil sıvı taşıdığını, kasların tek tek değil takım hâlinde görev yaptığını, göğüs kaslarının solunumdaki rolünü, kalp atışları ile nabız arasındaki lişkiyi açıklamış, omuriliği zedelenen bir canlının felç olduğunu saptamış, sinir sisteminin önemini ortaya koymuş, sindirim ve boşaltım sistemlerini incelemişti. Hippokrates'in koyduğu hekimlik kurallarına, bugün bilinen şeklini veren de Galenos'tu. Hekimlikte Hippokrates'in koyduğu ve onun zamanına kadar uygulanan kuralları tersine çevirerek, “temel düşünce insanlığa hizmettir; hekim yalnız dostu değil düşmanı iyileştirmek için de elinden geleni yapmakla yükümlüdür” şeklinde yerleşmesini sağlamıştı. Deney ve incelemelerini içeren, ancak çoğu kayıp olan kitapları 9. yüzyılda Arapçaya çevrilmişti. Eserlerinin Batı dünyasına ulaşması ise bu Arapça çevirilerin 12. yüzyılda Latinceye çevrilmesiyle oldu. Günümüzde eczacılığın bir dalı (Pharmacie Galeniqe) onun adını taşıyor.


Bergama Müzesi

Bergama Arkeoloji Müzesi, ilk olarak 1924 yılında Bergama Akropolü'nde, müze deposu olarak kurulmuş, 1936 yılında yeni binasında ziyarete açılmıştır. Müze, bir iç avlunun etrafını çeviren iki sundurmadan ve iki salondan ibarettir.

Müze girişinde, soldaki birinci sundurmada, Helenistik, Roma ve Bizans devri mimarî eserleri, (sütun başlıkları, saçak ve konsoltaşları, kabartmalar, pervazlar, friz ve direk araları v.s.) kadın ve erkek heykelleri ile Bergama Zeus Sunağı maketi yer almaktadır. Birinci sundurmadan hole buradan da soldaki salona geçilir. Bu salonda, çoğu Bergama Akropolü'nden getirilen Helenistik devir mermer heykelleri, mimarî parçalar, kabartmalar, vitrinlerde de pişmiş topraktan heykelcikler, çanak çömlek ve parçalan, cam eşyalar, kandiller, paralar ve daha başka küçük eserler sergilenmektedir.

Müze holünde Bergama Akropolü ve Asklepion’dan getirilmiş heykellerle, küçük buluntular vardır. Holün sağındaki ikinci salon, yine Akropol ve Asklepion’dan getirilmiş heykel ve büstlere aynlmıştır. Salonun zemininde Bergama'da bulunmuş bir mozaik görülür. İkinci salondaki vitrinlerde Roma devri tunç ve fildişi eserler, mermer heykelcikler, Bizans ve Osmanlı sikkeleri sergilenmiştir.

Müze girişinin sağındaki ikinci sundurma, M.Ö. V. yüzyıldan M.S. III. yüzyıla kadar olan kitabelere, kabartmalara, mermer heykellere, şeref levhalarına, adaklara, mezar stellerine ayrılmıştır. Müze avlusunda, zafer heykelleri ile güneş saati yer almaktadır.

EFES

Antik Çağ yazarlarına göre Efes, Smyrna gibi M.Ö. 3000 yıllarında kurulmuştur. Ancak Smyrna kurulduğunda, Efes o dönemin önemli liman kentleri arasındadıır. Dor istilası üzerine Ege kıyılarına yerleşen İonlar Efes’e yerleşmişler, daha sonra Lidya egemenliği döneminde şehirlerini geliştirmişlerdir. İon, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıklarının izleri bugün halen görülebilmektedir. Efesliler Roma dönemindeki depremle yerle bir olan şehirlerini Tiberius zamanında yeniden imar etmişlerdir. Ancak bu defa Hellenistik bir yapı stili yerine tüm Efes, Roma karekteri yapılarla dolmuştur. Siyasi ve ticari önemi giderek artan Efes’e Meryemana’nın da gelmesi ve St. Jean’ın burada yaşaması Efes’i aynı zamanda önemli dini bir merkez durumuna getirmiştir. Daha sonraları Sart ile Susayı bağlayan deniz yolu üzerindeki işlek limanların zamanla dolması üzerine, artık yaşanmaz hale dönüşen şehri Bizans İmparatorluğu Justinyen’in (527-565) Ayasuluk Tepesinde yaptırdığı St. Jean bazilikası etrafına yerleşmek suretiyle terk etmişlerdir. 1090 yılında şehir Türklerin eline geçmiştir. Böylece şehir tarih boyunca farklı istilalar yada depremler nedeniyle tam beş kez yeniden kurulmuştur. Bugün kalıntılarını gördüğümüz kent Efes III. Kuruluşudur. Günümüzde ise Efes, Selçuk ilçemiz sınırları içerisindedir. Yukarıda söz ettiğimiz gibi hemen tüm uygarlık kalıntılarının bulunduğu Efes ve Selçuk günümüzde ülkemizin tarihi ve arkeolojik eserler bakımından en zengin merkezidir. Özellikle Efes Harabeleri ve Efes Müzesi sahip oldukları eserler bakımından yoğun bir turist ziyaretine maruz kalmaktadır.


EFES HARABELERİ

Efes Harabelerine ilk girişte karşılaştığımız kalıntılar Vedius Gymnasion’a ait kalıntılardır.


VEDİUS GYMNASİON:

M.S. II. Yüzyılda Vedius Antonius adına zengin bir Efes’li tarafından yaptırılmıştır. Doğudaki avlusu, ortada yer alan tören salonu, soyunma odası ve hamamları ile dönemin özelliklerini karekterize eden sportif ve kültürel eğitimin yapıldığı görke mli bir yapıdır.


STADYUM

Vedius Gymnasion’dan sonra harabelere doğru sol tarafta stadyum vardır. 230x40 m. olan stadyum, Panayır Dağının kuzey yamaçlarına kurulmuş ve sağ, cephesi doğal kayalara oturtulmuştur. Roma İmparatoru Neron döneminde (M.S.54-68) yapıldığı ileri sü rülen stadyumun doğu bölümünde gladyöter oyunları için bir bölme ve yine hayvanlar için bir kısım bulunmaktadır. Sportif tüm yarışların , oyunların, olimpiyat düzenlemelerinin araba yarışlarının yapıldığı stadyum döneminin sportif ve kültürel bütün ihtiy açları karşılanmaktaydı.


AKROPOL

Stadyumun karşısında Akropol olarak kabul edilen tepede M.Ö. 6. Yüzyıla tarihlenen bir yapı mevcuttur. Tepenin kuzey batısında ise M.Ö. 350 yıllarına ait bir tapınak bulunmaktadır.


BİZANS HAMAMLARI

Stadyumdan sonra Bizans hamamları ile karşılaşılır. Yine M.S.6. Yüzyıla ait birçok küp bulunması nedeniyle ( sarhoşlar hamamı ) olarak ta anılan, büyük bir sauna ve çeşitli banyo dairelerine sahiptir.


ÇİFTE KİLİSELERİ (KONSÜL KİLİSESİ)

Bizans hamamlarının karşısında yer alan Çifte Kiliselerin Hristiyanlık dünyası için son derece özel bir önemi vardır. 431-438 yıllarında konsüllerin toplandıkları kilise 265x29.5 m. boyutlarında bir yapıdır. M.S. 11. Yüzyılda Roma döneminde bi r bazilikaya dönüşen yapı Meryemana’ya adanmış, burada yapılarn 3. Konsül toplantısında Katolizmin doğması kararları alınmıştır. Kilise dünyada Hristiyanlığın ilk yedi kilisesinden birisi olması nedeniyle bugün bile büyük önem taşımaktadır. Bazili kanın M.S.4.yüzyılda kiliseye dönüştürülmesi esnasında batı tarafına nefli bir yapı eklendiği ve batı girişinden sonra büyük bir antrium yer aldığı gözlenmektedir. Kilise kısmına geçmek için tabanı mozaikli bir nartexten geçilir. Vaftiz yerinin ortasın da vaftiz havuzu ve duvarlarında hac figürleri bulunmaktadır.

M.S.7. yüzyılda kilisenin apsisinden açılan bir kapı ile ikinci bir kilise inşa edilmiş ve böylece kiliselerin adı ‘’ Çifte Kiliseler 3 ‘’ olarak tanınmıştır. Bu yeni açılan bölüm din adamlarının ikametlerine ayrılan kısımları ihtiva eder. Me ryemana adına sunulan ilk kilise olması nedeniyle kilise ve çevresi dini bir merkez durumundadır.


LİMAN HAMAMLARI

İlk kez M.S. 2. Yüzyılda yapılan hamam, 4. Yüzyıllda İmparator Konstantinus döneminde onarıım görmüş ve bazı değişiklikler yapılmıştır.Bu yüzden buraya Konstantinus hamamları da denmektedir.


ARKADİANE (LİMAN CADDESİ)

Efes’teki harabeleri gezmek için hamamların karşısında bulunan ve limana kadar uzanan mermer döşeli bir caddeye çıkılır . Bu caddeye çıkarken takip edilen yolun sonunda çok az kalıntıları mevcut olan M.S.2. yüzyıla tarihlenen tiyatro gymnasionu y er alır . Sağ tarafta ise liman gymnasionu ve liman hamamı görülür. Limandan tiyatroya kadar uzanan cadde, gerçekte Hellenistik dönemde yapılmış olmakla beraber İmparator Arkadianus tarafından onartıldığından onun adıyla anılır.

11m. genişliğinde 530m. uzunluğunda olan bu görkemli caddenin sağında ve solunda yer alan mermer sütunlar bugün de ayaktadırlar. Bu cadde aşağıda limana bir kapı ile açılır. Yan tarafta ise dükkanlar sıralıdır, dükkanların altında bir su yolu or taya çıkarılmıştır. Şehrin sularının kesilmesi durumunda bu su yollarından geçen kaynak sularının devreye girdiği anlaşılmaktadır. Tümüyle mermer döşeli olan Arkadiane’nin zemin döşemesi altında limana kadar uzanan bir kanalizasyon vardır. Şehrin en önem li caddesi olan bu cadde daha çok törenlerin şenliklerin ve önemli geçitlerin yapıldığı bir caddedir. Kralların karşılandığı bir cok önemli gösterinin ve dini törenlerin yapıldığı bu cadde, aynı zamanda limana gelen giden tüm mal ve servetin aktığı yol o lduğundan ‘’Liman Caddesi’’ olarak anılır. ‘’Kral Yolu’’da denen bu caddenin, bu denli çeşitli isimlerle anılması önemli bir yol olduğunu gösterir.


TİYATRO GYMNASİONU

Arkadiane’in sağ tarafında yer alan ve M.S.2. yüzyıla tarihlenen Gymnasion’dan günümüze çok az kalıntı gelebilmiştir. Burada atletizim oyunlarının yapıldığı bir avlu ve bu avluyu çevreleyen portiko gözlenebilmektedir. Simetrik planlı yapının kuzeyi ndeki oturma yerleri açıkça fark edilebilir.


TİYATRO

Efes harabelerinin en güzel yapılarından biri olan tiyatro, oldukça sağlam kalmış ve bir süre öncesine kadar Efes Festivali gibi şenliklerde rahatlıkla kullanılabilmiştir. Ancak aşırı kullanımdan kaynaklanan kaymalar nedeniyle tekrar restorasyon çalışmaları başlamış ve korumaya alınmıştır.25000 kişilik tiyatronun ilk kez Hellenistik dönemde yapıldığı bilinmekte ise de bugüne gelen tiyatronun İmparator Cladius zamanında yeniden inşaasına başlandığı, İmparator Trianus M.S..98-117 döneminde tamam landığı bilinmektedir. Tiyatronun ön kısmında oldukça sağlam ve iri taşlarla yapılmış soyunma yerleri belirgin şekilde görülmektedir. Tiyatronun kuzey batısında iki iyonik sütunlu hellenistik bir çeşme yerleştirilmiştir. İlk döneminde üç katlı olan tiya tro her biri 22’şer basamaklı üç bölümden oluşur. Sahne binası 18m. yüksekliğindedir. M.S.54 yıllarında St.Paul’un bu tiyatrodan Efes’lilere seslendiği ve büyük tepkiyle karşılandığı rivayet edilir.25x40 ebatlarındaki sahnenin arka duvarları son derece s üslü ve nişler içinde heykellerin bulunduğu bir görünüm içindeydi.

MERMER CADDE

Efes’in güneydoğusunda bulunan Magnesia kapısından kuzeybatıda Koresos kapısına kadar uzanan yaklaşık 400 m.lik mermer döşeli cadde M.S. 5. Yüzyılda yeniden yapılmıştır. Altından geçen kanalizasyon sistemi denize kadar uzanır Caddenin batı kanadı İm parator Neron tarafından (M.S.58-68) yılları arasında yapılmıştır. Cadde seviyesinden yüksekte olan portikoya Ticaret Agorasının ikinci katı açılır. Mermer Cadde ile Celsus Kütüphanesi arasındaki açık alanda Auditorium’un bulunduğu, burada konuşmalar ya pılıp, şiirler okunarak söylevler verildiği bilinmektedir.


CELSUS KİTAPLIĞI

Ticari Agoranın yanında bulunan Celsus Kitaplığı M.S.135 yıllarında Asya Konsülü Julius Aguila tarafından Romalı mimar Vitruoya’ya yaptırılmıştır. 60.5 x 16.72 m. ebatlarında dıştan iki katlı, içten 15 m. tek bir salondan oluşur. Salonu çavreleyen üç katlı galerilerden duvarlara serpiştirilmiş pencerelerden ışık süzülür. Arka duvardaki bir kapıdan Celsus’un mezarına geçilir. Celsus’un burada bulunan heykeli bugün İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır. Roma mimari özelliklerini tümüyle yansıta n yapının ön cephesinin dekorasyonu, devrinin en güzel örnekleri arasında yer alır. Ön cephe kolonları arasında yer alan dört kadın heykeli ‘’Akıl’’, ‘’Kader’’, ‘’İlim’’ ve ‘’Erdem’’ öğelerini sembolize eder. Bu heykellerin orjinalleri bugün Viyana Müz esinde bulunmaktadır. Parşomen kitap ruloları kitaplıkta nemden etkilenmemesi için iki taraflı tuğladan örülmüş kapalı raflarda korunurdu. Bu kitaplık kendi döneminde dünyanın sayılı bilim adamını ve düşünürünü yetiştirmiştir. Kitaplık ön cephesi son yıll arda geçirdiği restorasyonla büyük ölçüde eski görünümüne kavuşmuştur.


AŞK EVİ

Mermer caddeden yukarı çıkıldığında Kuretler Caddesi ile kesişen noktada Aşk Evi bulunur.M.S.1. yüzyıla tarihlenen bu ilginç ev, ana bir hol ve bu hole açılan bir çok odadan oluşmaktadır. Aşk Evinde bulunan mozaik kız portreleri bu evde çalışan k ızlara ait olsa gerek. 12000 m2’lik bir alanı kaplayan büyük binanın önceleri hamam olarak inşa edildiği sonradan Roma döneminde Aşk Evine çevrildiği düşünülmektedir. Kapladığı alan ise bugünkü modern otellerin kapladıkları alanla kıyasla çok geniştir. A şk Evinin duvarları içinde bugünün modern klima sistemine eş değer bir soğutma ve ısıtma sisteminin bulunması son derece ilginçtir. Burada şarap mahzenleri, dev ocaklar, hamamlar, havuzlar, yatak odaları, konferans salonları ile muhteşem bir kütüphanesi b ulunduğu bilinmektedir.


SKOLASTİKA HAMAMI

Efes’te yaşayaan zengin Romalı bayan Skolastiika tarafından yaptırıldığı anlaşılan hamam M.S.400 yıllarına tarihlenmektedir. Dört bölümden oluşan hamamın soğukluk bölümünde bir havuz bulunur. Ayrıca sıcak su buharı duvarlardan künklerle geçirilir. Merkezi sistemle ısıtılan hamam mermer kullanımının ilginç bir örneğidir.


HADRİAN TAPINAĞI

Kuretler Caddesinin en güzel yapılarından birisi de Hadrian Tapınağı’dır. Bu tapınaktan geriye cephe alınlığı kalmıştır. Tapınak Korint üslupta olup girişte ortada iki yuvarlak sütun ile yanlarda dikdörtgen birer paye yeralmaktadır. Alınlıktaki te mel üzerinde Hadrian adı ve Tyche (Talih Tanrıçası) kabartması görülür. Birçok Anadolu kentleri gibi, Romalıların yardımını ve dostluğunu kazanmak amacıyla Efes kenti de imparator kültü için tapınak ayırmayı gerekli buluyordu ve bu tapınak Domitian Tapına ğından sonra bir imparatora ayrılmış olan ikinci kutsal yapı idi. Kentler, adları belirtilirken özellikle tapınak koruyucuları ile anılıyorlardı. Ancak Hadrian Tapınağı bu kategoriye girmiyordu, çünkü krala bir şahıs tarafından adanmıştı.

Tapınağın arşitravında tasvir edilen mitolojik sahnelerden en ilginci Efes’in kurucusu mitolojik kral Andoklos’un yaban domuzunu öldürüşü ile ilgili sahnedir.


TRAJAN ÇEŞMESi

Hadrian Tapınağını geçtikten sonra biraz ilerde solda Trajan Çeşmesi yer alır. Çeşme 5.20X11.90 m. ebadında, büyük bir havuzu üç yanından çeviren iki katlı bir yapıdır. İmparator Trajan’ın iki kat boyunca yükselen heykelinin kaidesinden sular ha vuza akardı. M.S2. yüzyılda yapılan çeşmenin alt katında kompozit, üst katında ise korint düzeninde sütun başlıkları kullanılmıştır. Çeşmenin katlarını süsleyen heykeller Efes Müzesinde sergilenmektedir.


YAMAÇ EVLER

Celsus Kütüphanesinden Kuretler Caddesine dönüşte, sağ tarafta Bülbül Dağının yamaçlarında Efes’li zenginlerin ikamet ettikleri belirtilen evler vardı.Yakın zamanda restore edilerek orijinal durumlarına biraz daha yaklaşan bu evler, geniş merdiv enlerle caddeye dikey olarak açılmakta, duvarlarında fresk ve mozaiklerle süslü, mermer kaplamalar bulunmaktadır.


DOMiTiAN TAPINAĞI

Efes’te bir imparator adına yapılmış ilk tapınaktır. Devlet Agorasının hemen karşısında, kentin en güzel ve en merkezi yerinde, 50X500 m. ölçüsünde, tonozlu alt yapılar üstünde bir teras oluşturarak inşa edilmiştir. Meydana bakan zemin katta dük kanlar yer almaktadır. Teras ise mabet olarak kullanılmaktaydı. Yalnız başı ve kolu ele geçen Domitian`in oldukça büyük ölçülerdeki kült heykeli bugün İzmir Arkeoloji Müzesinde, tapınağın giriş altarı ise Efes Müzesinde sergilenmektedir.


DEVLET AGORASI

Sütunlarla çevrili Kuretler Caddesinde ilerlediğinizde Herakles kabartmasının yolu daralttığı zafer takından Devlet Agorasına gelinir. Devlet Agorasının altında eski çağlara ait kalıntılar da bulunmuştur. M.S.1.yüzyılda devlet kontrolünde ticaretin yapıldığı dini ve resmi törenlerin düzenlendiği Agora’da dört basamakla çıkılan Efes’in ticaret borbası gibi bir işlevi olan bazilika bulunmaktadır. Bazilika 165 m. uzunluğunda olup, M.S.1. yüzyılda Romalılarca yapılmıştır.


BELEDİYE SARAYI (PRYTANEİON)

Efes`in kutsal mekanı sayılan meclis sarayının sağ tarafında Hestia sunağı bulunmaktadır. Bu sunakta sürekli olarak bir kutsal ateş yanardı. Prytaneion politik işlerin görüldüğü ayrıca önemli törenlerin şölenlerin ve kabullerin yapıldığı yerdi. İki Efes Artemis’ininde buruda bulunmuş olması Prytaneion’un dini açıdan da son derece önemli bir mekan olduğunu göstermektedir.


ODEİON (BOULEUTERiON)

M.S.2. yüzyılda Efesli zenginlerden Publis Vedius Antonius tarafından yaptırılan Odeion`un zamanında üstü ahşap kaplamalıydı. Yaklaşık 1450 oturma yerine sahip olan Odeon resmi toplantıların yapıldığı bir yer olmakla beraber konserlerinde verildiği bir bölümdü.


ARTEMiS TAPINAĞI

Efes’lilerin ilk yerleşimlerinin bu tapınağın olduğu yerde bulunduğu bilinmektedir. Daha sonra bir depremle tapınağın yıkılması üzerine Roma imparatoru yardımı ile Efes’liler tapınağı yeniden ve daha gösterişli inşa ederler. Büyük İskender’in Ana dolu’ya çıkışından sonra tapınağın kendi adına yapılmasını istediği, ancak Efes’lilerin bunu kabul etmeyip kendi imkanlarıyla tapınağı tamamladıkları söylentiler arasında yer alır. Dünyanın yedi harikasından biri olarak bilinen Efes Artemis Tapınağının bu gün sadece temel kalıntıları bulunmaktadır.

Bakir doğa tanrıçası Artemis inancının köken itibariyle bir Anadolu inanışı olduğu ve kaynağının Hititlilerin ana tanrıçası Kibele’ye dayandığı ve Efes’te bu iki ana tanrıçanın bolluk bereket sembolü olarak anıldığı bildirilmektedir. Kuşadası yolun a girişte sağda kalıntıları görülen tapınak 127 sütunlu olup cephesindeki 36 sütunu kabartmaydı. Tapınak 125 m. uzunlukta 60 m. genişliğinde ve 25 m. yüksekliğindeydi. Tapınağın en eski kalıntıları M.Ö.6. yüzyıla kadar tarihlenmektedir. En son M.S.263 yıl ında Got’lar tarafından saldırıya uğrayan tapınak yıkılmış ve yağma edilmiştir.


St.JEAN BAZiLiKASI

Bizans imparatoru Justunyen’in M.S.6. yüzyılda St. Jean adına yaptırdığı bazilika Ayasuluk Tepesinde yer almaktadır. 40X110 m. boyutlarında batıdan girişi olan yapı haç planlı , kubbeli bir bazilikadır. Esas kilise kısmı kalın payelerin taşıdığı altı büyük kubbe ile örtülüdür. Yapının nartex bölümü de beş adet kubbe ile örtülüdür. Bazilikanın ortasında kubbe altında ve zemin seviyesi altında olan St.Jean mezarının doğusunda rahiplerin oturduğu kısımlar bulunur. Bu yapılar kiliseden yarım daire biçiminde ayrılır. Mezar alanının kuzeyinde aziz resimlerinden oluşan fresklerin bulunduğu kiliseninin restore edilen sütun başlıkları üzerinde imparator Justinyen ile karısı Theodora’nın monoğramları vardır. St.Jean’ın mezarı ortadaki kubbeli bölümün altındadır. Mezardaki bir delikten çıkan kutsal tozun iyileştirici özelliği olduğuna inanılıyordu. St. Jean’ın mezarı orta çağ boyunca Hiristiyanlık dünyasının en önemli yerlerinden biri olmuştur.


YEDİ UYUYANLAR

M.S.5. ve 6. Yüzyıla rastlayan dönemde yapıldığı sanılan Yedi Uyuyanlar Ören yeri dini bir merkez hüviyetindedir. Rivayete göre Hristiyanlığın resmi dini olarak kabulünden önce, putperestlerden kaçarak buraya sığınan yedi genç uykuya dalıp iki yüzyıl sonra uyanmışlardır. Uyandıklarında Hristiyanlık resmi din olmuştur. Bu mucize olay üzerine , öldükten sonra bu yedi gencin tekrar gömüldüğü ve adlarına büyük bir bina yaptırıldığı sanılmaktadır. Bugün kazılarda ortaya çıkarılan yapı oldukça büyük abidevi boyutlardadır ve çoğu kaya oyma mezar buluntularına, iki kilise ile katakomplara rastlamaktadır. Halen dört katı görülebilen kalıntıların yedi katlı olması muhtemeldir. Zeminde bulunan dehlizlerin dini amaçlı eğitim için kullanıldığı, buranın bir manastır hüviyeti taşıdığı izlenimini vermektedir.


MERYEM ANA EVİ

Bülbül Dağı üzerinde Hristiyanlığın kutsal anası Hz.Meryem’in Evi bulunmaktadır. Hristiyanlarca ‘’Panaya Kapulu’’ olarak ta adlandırılan kutsal yerin M.S.4. yüzyılda inşa edildiği sanılmaktadır. Hz. İsa’nın yakalanıp çarmıha gerilişinden kısa bi r süre önce annesini arkadaşı ve havarisi olan St.Jean’a teslim etmiştir. St. Jean Hz. İsa’nın çarmıha gerilişinden sonra Hz.Meryem’in Kudüs’te kalmasını sakıncalı bulduğundan onu yanına alarak kaçırmış ve buraya getirmiştir. Bu söylentiler efsanelere ka rışsa da yine gerçekliğini kanıtlayacak göstergelerde bulunmaktadır. Hiıristiyanlık dinini yaymak gibi kutsal bir görevi üstlenmiş olan St. Jean çağın en büyük kenti durumundaki Efes’i kendine hedef seçmiş Hz. Meryemi putperestlerin diyarına sokmak istemediğinden onu Bülbül Dağı eteklerinde sık ağaçlarla kaplı bir köşede yaptığı kulübede gizlemiştir. St.Jean’ın her gün gizli gizli onu ziyarete gittiği ve yiyecek içecek götürerek yokladığı bilinmektedir. Kutsal bakirenin tam 101 yaşına kadar Bülbül dağındaki bu yerde yaşadığı ve burada öldüğü kabul edilmektedir. St. Jean Meryem Ana’yı yine bu dağda ken disinden başka hiç kimsenin bilmediği bir yere götürmüştür. Hristiyanlığın yayılmasından sonra kutsal bakirenin bulunduğu yere Hristiyanlarca ‘’Haç’’ şeklinde bir kilise inşa edilmiştir. Burası kötürüm olan ve Türkiye’ye gelemeyen bir Alman rahibenin tarifleri üzerine bulunmuştur. Bunun ötesinde Meryem’in Efes’e gelip ömrünün son yıllarını burada geçirdiğini belirten bazı kanıtlar vardır.

-Hz. İsa çarmıha gerilmeden önce annesini St.Jean’a emanet edip, St. Jean’a ‘’Bu senin anan’’, Meryem’e de ‘’Bu senin oğlun’’ demiştir.

-St. Jean Efes’te yaşamış ve yine söylentiye göre incil’i yazmış,Efes’te ölmüş ve buraya gömülmüştür.

-Hz. Meryem adına ilk yedi kiliseden biri Efes’te kurulmuştur.

-Hristiyanlığın en önemli kurulu olan konsüller toplantısı birkaç kez Efes’te yapılmış, katolikliğin doğuş kararı burada alınmıştır.

-Yedi uyuyanlar kilisesi ile Mecdelli Meryem’in mezarı Panayır dağının kuzeydoğu eteğindedir.

-Efes çevresindeki Hristiyan halk, atadan kalma bir geleneği sürdürerek her yıl 15 Ağustos’da Meryem Ana’nın evinin bulunduğu Panaya Kapulu’da dinsel törenler düzenlemişlerdir.

Sardes

Sardes Lidya Krallığı’nın başkentidir. Hermos (Gediz) vadisi içinde, Tmoloslar’ın (Bozdağ) kuzey etekleri üzerindeki yalçın kayalıkta kurulmuştur. Güçlü surlarla çevrili sitalde krallık sarayı ile öteki resmi binalar olduğu anlaşılmaktadır. Aşağı kent stadelin batı ve kuzey etekleri üzerindeki geniş alanda kurulmuştur. Kuzeyde saptanan kireç taşından anıtsal teras duvarları bu yörenin Lidyalılar açısından önem taşıdığına ve resmi karakterine işaret eder; ancak bunlar günümüze yalnızca parçalar halinde kalabilmiştir. Ekonomik etkinlikler daha çok batı yakada, kenti bu yönde sınırlayan Paktalos (Sart) çayı yöresinde toplanmıştır. Altın arıtma atölyeleri, mücevherci dükkanları ve pazar yeri hep bu taraftadır.

Halka ait konutlar oldukça sade ve yoksul görünümlüdür. Taş temel üzerinde yükselen kerpiç duvarlar sazdan bir damla örtülüydü. Çok basit türde tek hücreli olarak inşa edilmişlerdir. Boyutları 8.00*3.20m civarında olan hücreler dikdörtgen planlıdır. İç bölünme ev halkınıın gereksinimine göre ayarlanmıştır ancak arada belirgin bir bölme duvarı da yoktur. Tavana asılan bir perde benzeri bir şeyle bölme sağlanmıştır. İçerde kiler bölümü ile ocak ve fırına yer verilmiştir. VI. yy’ın ikinci yarsında konutların duvarları dıştan boyalı kabartmalarla süslü, pişmiş toprak levhalarla kaplanmaya, çatılar da kiremitle örtülmeye başlanmıştır. Sardes aşağı kenti önceleri sursuzdu. VII. yy’ın ilk yarısı içinde Kimmerler’in yağmalarına sahne olan Sardes, VII. yy’ın ikinci yarısı içinde 20 m kalınlığında ve yüksekliği 10 m’yi aşan bir surla çevrildi.

Kralın nekropolü 4-5 km kuzeyde, Marmara (Gygaie) Gölü’nün güney kıyılıarında, halkın gömü alanı ise Paktalos Çayı’nın hemen batısındaki yamaç üzerindedir. Kral ve Kraliçe’nin gömüldüğü nekropolde irili ufaklı 150 kadar tümüslüsten üçünün krallara ilişkin olduğu düşünülmektedir. 335m çapında ve 61m yüksekliğindeki biri, Anadolu’daki benzerlerinin en yükseğidir. Bu anıtın küçük gömü odası zaman zaman ağırlıkları 16 tona ulaşan, özenle işlenmiş mermerleşmiş kireçtaşı bloklarından yapılmıştır. Mezar odalari taştan inşa edilmiş, önüne bir giriş ve kapı eklenmiş, son olarak da yığılan toprağın yanlara doğru kaymaması için tepenin çevresine taştan bir duvar örülmüştür.

Halkın gömüldüğü Paktalos Çayı’nın batı yakasıındaki küçük mezarların girişleri basamaklar ve kabartmalı stellerle belirtilmiş, üzerlerine de küçük bir tümülüs olacak biçimde toprak yığılmıştır. Çoğu Lidya Krallığı sonrasına, Pers egemenliği dönemine ait bir, iki ya da ender olarak üç odalı bu mezarlarda cesetler genellikle kayaya oyulmuş tekneler ya da ahşap mobilyaları taklit eden oyma bacaklı sedirler üzerine bırakılmıştır. Bu tür mezarlar bir aile için yapılmış ve bu yüzden de zaman zaman açılacak biçimde düzenlenmişlerdir.



ARTEMİS TAPINAĞI

Sardes’teki günümüze kadar iyi durumda korunmuş yapılardan biridir. Tapınağın kalıntıları Bozdağ sırtlarıyla akropol arasındadır.

Artemis Sunağı

Sardes’teki orjinal Artemis tapınağı MÖ 300 lerde inşa edilmiştir. 21*11m boyutlarındaki pembe kumtaşı sunak, tapınağa batıdan bağlıdır.

Sunak Midas şehrindeki ve Alacahöyük yakınındaki Kalehisar’daki Kybele’ ye adanmış sunaklara benzemektedir. Zaten bu sunağın da Kybele’ ye ait olduğu düşünülmüş ancak kazılarda çıkarılan çok sayıda Yunan ve Lidce yazıtın, tapınağın Artemis’ e ait olduğunu kanıtlaması şaşkınlık yaratmıştır. (Herodotos’a göre; MÖ 499 yılında Perslere karşı düzenlenen Ionia Ayaklanması sırasında Sardes yıkılıp yağmalanır ve yöresel tanrıça Kubaba (Kybele) ‘ya ait tapınak da ortadan kaldırılır).

Artemis tapınağı üç aşamadan geçmiştir. Birinci devirde Batı’ya bakan 23.00*67.52 m boyutlarında uzatılmış arkaik bir cella, kare bir pronaos ve dar bir opisthodomostan oluşmaktaydı. Dipteros şeklinde yapılmak istendiği düşünülmüştür. Naos’un batısında 21x11 m boyutlarındaki Artemis Sunağı bulunmaktadır.

İkinci devirde (MÖ 2.yy’ın ikinci yarısı) Tapınak pseudo dipteral amphiprostylos şekline çevrilmeye çalıışılmış ancak tamamlanamamıştır. Peristesis bu dönemde yapılmıştır. 13 sütun doğu tarafına dizilmiştir. Böyle devam edilseydi 8*20 sütunlu bir pseudo dipteros olması gerekirdi ancak ophisthodomostaki 2 sütun daha öne alınmış ve 4 tane sütun daha inşa edilmiştir. Böylece 6 sütunluk bir prostyle yaratılmıştır.

Üçüncü devirde ise daha önceki devride yarım bırakılmış kısımlar tamamlanmıştır. Tapınak ikiye ayrılmış, doğu kısmı, Antoninus Pius’un karısı Faustina I’e adanmış bir ibadet yeri olmuştur.

MS 4.yy’dan sonra tapınak bir kiliseye çevrilmiştir.



AKROPOL

Burada bulunan eserlerin bir kısmı MÖ 7.yy Yunan ve Lidya çömleği olsa da en çok Bizans dönemine ait yapılar bulunmuştur. Akropolün merkezindeki Hellenistik döneme ait mermer kule Antiochus III tarafından yaptırılmıştır.



GYMNASIUM-HAMAM KÜLLİYESİ ve MERMER AVLU

Yirmiüçbin metrekareden (2.27 hektar) fazla bir alan kaplayan bu anıtsal külliye, antik kentin en işlek ve merkezi kesiminde yerlemiştir. Binanın güney cephesi bir sıra dükkanla beraber mermer sütunlu geniş bir caddeye açılıyordu.

Roma hamamının tonozlu mekanları Hellenistik devrin sütunlu gimnaz ve palestrası birleşerek “hamam-gimnaz” diyebileceğimiz yeni bir mimari türü ortaya çıkarmıştır ki Sardes külliyesi bu türün en gelişmiş örneklerinden biridir. Sardes Hamam-Gimnazı’nın doğu yarısını kaplayan sütunlarla çevrili palestra gimnaz faaliyetleri içinidir; batı yarının tonozlu salonları ise hamam kısmıdır. Külliye’nin ana girişi palestranın doğusunda ve binanın ana ekseni üstünde üçlü bir kapıdandır; bu eksenin batı ucundaki iki katlı, sütunlu, çok zengin bir cephe düzeni oluşturan dikdörtgen mekanı Mermer Avlu olarak adlandırıyoruz.

Mermer Avlu’nun külliye içerisindeki yeri, sütunlu mimarinin sembolik anlamı bakımından çok önemlidir. Roma hamam ve gimnazlarında bu tür salonlar genellikle İmparator kültü ile ilişkilidir. Bu mimari aynı zamanda Roma tiyatrosunun sahne dekorundan esinlenilmiştir. Belki Mermer Avlu dekorasyonunda -özellikle doğu sütunları başlıklarında- yaygın olarak işlenen Dionysos teması bu ilişkiyi anımsatmak içindir.

Hattuşaş

Boğazköy (Hattuşaş) örenyeri, Çorum İli'nin 82 km. güneybatısında yer almakta olup Ankara'ya uzaklığı ise 208 km'dir. Hitit devletinin eski çekirdek bölgesinin merkezinde bulunan Boğazköy (Hattuşaş) örenyeri Budaközü Çayı vadisinin güney ucunda, ovadan 300 m. yükseklikteki sayısız kaya kütleleri ve dağ yamaçlarının bölünmesiyle çevrili olarak kuzey ve batıda derin yamaçlarla sınırlandırılmıştır. Şehir kuzeye doğru açık olup kuzey kısmı dışında diğer kısımları surla çevrilidir.

Hattuşaş örenyeri ilk kez 1834 yılında Charles Texier tarafından gezilmiş ve dünyaya tanıtılmıştır. Bu kalıntılarla Hitit devleti arasında ilk kez bir bağ kuran kişi Sayce'tır. Bu zamana kadar Hitit'lerin merkezinin Suriye olduğu sanılmaktaydı. 1882'de Carl Human, Otto Puchstein ile Boğazköy'e birlikte gelmiş ve ilk kez toplu bir plan çalışması yapmıştır. Halen Pergamon Müzesinde bulunan Yazılıkaya'nın kalıplarını da çıkarmışlardır. E. Chantre ilk test kazısını 1893-1894'te gerçekleştirmiş, 1905 yılında ise Makridi ve H. Winckler Boğazköy'ü gezmişler ve 1917 yılına kadar devam eden kazı çalışmalarını yürütmüşlerdir. 1932 yılında ise Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Kurt Bittel tarafından başlanılan sistemli kazılara II. Dünya savaşı sırasında bir süre ara verildikten sonra, yeniden başlanmış ve 1978 yılına kadar çalışmalar aralıksız sürdürülmüştür. 1978 yılından 1993 yılına kadar Dr. Peter Neve başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarını, 1994 yılından itibaren Dr. Jurgen Seeher üstlenmiştir.

Boğazköy (Hattuşaş) örenyerinde M.Ö. III. binden itibaren yerleşim görülmektedir. Bu dönemdeki küçük ve müstahkem yerleşmenin Büyükkale ve çevresinde olduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Aşağı Şehir'de Asur Ticaret Kolonileri Çağı yerleşmeleri görülmektedir ve şehrin adına ilk kez bu çağa ait yazılı belgelerde rastlanmıştır.

Hattuşaş'taki ilk gelişme dönemi büyük bir yangınla sona ermiştir; bu yangının sorumlusu Kuşşara kralı Anitta olmalıdır. Belgelere göre hemen bu tahripten sonra yaklaşık M.Ö. 1700 yıllarında yeniden yerleşime açılan Hattuşaş 1600'lerde Hitit devletinin başkenti olmuştur; kurucusu tıpkı Anitta gibi Kuşşara kökenli olan I. Hattuşili'dir.

Hattuşaş başkent olduktan sonra şehrin gelişmesinin en uç noktasında anıtsal bir yapılaşmayla karşılaşılmaktadır; 2 km. genişliğindeki şehir saray, tapınak ve mahalleleriyle M.Ö 13. yüzyıldaki haline kavuşmuştur. Hattuşaş'ın ikinci gelişme döneminde imparatorluğun son yıllarında hem içte hem de dışta üç önemli Hitit kralı etkin olmuştur. Bunlar III. Hattuşili, oğlu IV. Tudhalia ve onun oğlu II. Şuppiluliuma'dır. II. Şuppiluliuma'nın son dönemlerinde (M.Ö. 1190) ekonomik sıkıntılar ve iç karışıklıklar nedeniyle yıkılan Hitit devletinden sonra Boğazköy 4 yüzyıl boyunca terk edilmiştir. Daha sonra buraya Frigyalılar (M.Ö. 8. yy. ortaları) yerleşmiştir. Hellenistik ve Roma Döneminde (M.Ö. 3. - M.S. 3. yy.) Hattuşaş küçük surla çevrili bir beylik merkezi, Bizans Döneminde ise bir köy durumundadır.

Hattuşaş'ın "Yukarı Şehir" olarak bilinen kesimi 1 km² den daha büyük bir yüzölçüme sahip, eğimli bir arazidir. Bu alan M.Ö. 13. yüzyılda Geç İmparatorluk Çağında şehrin gelişmesine sahne olmuştur. Yukarı Şehir'in geniş bir bölümü yalnızca tapınak ve kutsal alanlardan oluşmaktadır. Yukarı Şehir geniş bir kavis halinde onu güneyden çeviren bir surla donatılmış olup, sur üzerinde 5 kapı mevcuttur. Şehir surunun en güney ucunda ve kentin en yüksek noktasında bastion ile sfenksli kapı yer almaktadır. Diğer dört kapıdan güney surunun doğu ve batı ucunda karşılıklı Kral Kapısı ve Aslanlı Kapı yer almaktadır.

Yukarı Şehir'de görülen yapılaşma üç evrelidir. Birinci evre ilk surların inşaatı ile çağdaştır. İkinci evre, surlarda görülen ilk tahribattan sonraki yeniden yapım ve tapınak kentinin son biçimini almış olması ile belli olan evredir. Son evrede ise mevcut yapılarda görülen tadilat ve tamiratlar dışında dinsel amaçlar dışında bir yeni yapılaşma başlamıştır. Yukarı Şehir'de "Mabedler Mahallesi" olarak bilinen alan sfenksli kapıdan; Nişantepe ve Sarıkale'ye kadar uzanır. Bu alanda çeşitli evrelere ait bir çok tapınak açığa çıkarılmıştır. Tapınak planlarının genel karakteri, bir orta avludan girilen ve birer dar ön mekân ile derin ana mekânlardan oluşan kült odaları grubunun yapıyı biçimlendirmesidir. Tapınaklarda ele geçen malzemeler beş gruba ayrılmaktadır.

1-Seramikler,
2-Aletler,
3-Silahlar,
4-Kült objeleri,
5-Yazılı belgeler.

Yukarı Şehir'in girişinde, Büyükkale'nin hemen önünde yer alan Nişantepe ve Güneykale'de Hitit sonrası yapılaşmalar dikkat çekicidir ve bu M.Ö. 7-6. yüzyıla tarihlenen Frig yerleşmesidir. Hitit Döneminde bu alan topoğrafyaya göre üç bölümde incelenir:

Büyükkale'nin güneyindeki geçit (viaduct), Yukarı Şehir'e giden yolun iki tarafında ve Nişantepe'nin kuzeyinde önceden yerleşilen plato ile Güneykale'nin yerleşim alanı.

Kuzey ve güney binası dışında önemli bir yapı da Batı Binası ve Saray Arşividir. Büyük bir yangınla tahrip olmuş binanın yamaçta iki bodrum katı olduğu düşünülmektedir. Bu iki bodrum katında yaklaşık 3300 adet bulla ve 30 çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bullaların 2/3'ü büyük kral mühürleri taşımakta ve kronolojik listeye göre I. Şuppiluliuma'dan Hattuşaş'ın son kralı ve onun torunu II. Şuppiluliuma'ya kadar kralları temsil etmektedir. Kral mühürleri yanında kraliçe mühürleri de açığa çıkarılmıştır.

Güneykale'deki yapılaşma ise II. Şuppiluliuma tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu alanda geniş bir gölet ile üç ayrı noktasında üç yapı mevcuttur. Oda 1 ve 2 olarak adlandırılan ve ayakta duran iki yapıdan oda 2, göletin kuzey köşesinin batısında yer alır. Tek mekânlı olan bu oda içe doğru daralarak küçülen parabol biçimli bir kubbeye sahiptir. Oda 1'de ise in situ olarak az kalıntı ele geçmiştir. Oda 2'nin duvarlarının üçü de kabartmalarla bezelidir. Karşı duvardaki ana tasvirde sola dönmüş, uzun elbiseli bir figür vardır. Yuvarlak başlığı üstünde kanatlı bir güneş kursu bulunmakta, sol elinde litus, sağ elinde ise ankh motifini tutmaktadır. Doğu duvarında Şuppiluliuma'ya ait kabartma vardır. Karşısındaki batı duvarında ise hiyeroglif kitabe yer almaktadır.

Hattuşaş örenyerinde Büyükkale'de yapılan kazılar M.Ö. 13.-14. yüzyılda Hitit krallarının saray yapılarını ve bunları koruyan sur sisteminin özelliklerini gün ışığına çıkarmıştır. Giriş kapısı güneybatıda olan kalenin surları, sandık duvar tekniğiyle inşa edilmiştir.

Büyükkale'de bir bütün halinde saray yapısı görülmez, kazılar sonucunda ortaya çıkan farklı boyutta ve türdeki yapılar, büyük iç mekânlar, avlular ve direkli galeriler yoluyla birbirine bağlanarak kale içindeki bütünü oluştururlar. Kalede arşiv odaları, depo odaları, büyük kabul salonu, su kültü ile ilgili bina ve kutsal mekânlar yer almaktadır. Hitit sonrasında ise kalede Frig yapı kalıntılarına rastlanmıştır.

Boğazköy'de en önemli mimari alanlardan birisi de Büyük Mabet'tir. (1 No.lu Mabet) Hattuşaş'ta kuzey şehrin merkezini oluşturan Büyük Mabet, Hati'nin Fırtına Tanrısı ve Arinna Şehri Güneş tanrıçasının evi olarak yapılmıştır. Tapınak iki aditonlu olup, tapınağın çevresinde kaldırım taşlı yollar, meydanlar ve bunların arkasında bu yollara açılan dört yönde depo odaları yer almaktadır. Büyük Mabet, Aşağı Şehir mahallelerinden bir temonos duvarı ile ayrılmaktadır. Taş bir teras üzerine kurulan Büyük Mabet'in, kutsal bir merkez olduğu kadar, ekonomik bir merkez olarak da kullanıldığı magasinlerde açığa çıkarılan büyük küplerden anlaşılmıştır. Yine mabedin doğu magasinlerinde tabletlerin bulunması burada bir arşivin olduğunu da ortaya koymuştur.

Büyük Mabetin etrafı ikinci derecede önem taşıyan yapılarla çevrilmiştir. Bunlardan en önemlisi yamaç evidir. Büyüklüğü, planı ve çok katlı oluşuyla dikkat çekmektedir.

Gordion

Frig Krallığı’nın başkenti Gordion’un kalıntıları Ankara-Eskişehir karayolu ve Sakarya ile Porsuk nehirlerinin birleştiği yerin yakınında Polatlı’nın kuzeybatısında bulunmaktadır. Gordion’un geçmişi MÖ 8. yüzyıl ortalarına kadar gider. Şehir en parlak dönemini MÖ 725 ve 675 yılları arasında yaşamıştır. Midas bu kentte oturmuştur. Gordion, MÖ 7. yüzyıl başlarında Kimmer saldırısına uğramıştır. Şehir, Büyük İskender tarafından bağımsızlığına kavuşturuluncaya kadar 6.yy ortalarından başlayarak Pers istilası altında kalmıştır. Ayrıca Büyük İskender çözenin Asya fatihi olacağına inanılan gördüğümü Gordion’da kılıçıyla kesmiştir (MÖ 334).

Kent Höyüğü: 350x500 metre ölçüsündeki yassı bir höyük durumundaki Frig kenti, Sakarya ırmağının hemen doğusunda yer almaktadır. Arkeologlar, anıtsal bir kapı ile birlikte kral ailesine ait bir çok yapı ve evlere kent duvarlarına ilişkin kalıntılar ortaya çıkarmışlardır. Bunların tümü Frig krallığına en parlak dönemine (MÖ 725-667) tarihlenmektedir.

Kent Kapısı: MÖ 8.yüzyılın sonunda yapılmıştır. Yumuşak kireç taşından 9 metre yükseklikteki kısmı günümüze kadar korunmuş anıtsal bir yapıdır. Kente asıl giriş 9 metre genişliğinde ve 23 metre uzunluğunda üstü açık bir koridorla sağlanıyordu. Kapının iki yanında yer alan kulelerin kente açılan birer kapısı vardır. Tamamı kazılan kuzey avlu depo olarak kullanılıyordu. Güney avlusu ise Pers kapısının büyük güney duvarının korunması amacıyla kazılmadan bırakılmıştır.

Kent Merkezi: Höyüğün orta kısmı saraylara ayrılmıştır. Kerpiçten bir duvar ( dört yapıyı içeren sarayın birinci avlusunu kent kapısından ayırmaktadır. Daha kalın bir duvar (E1, E2, E3) iç avluyu kuzey, batı ve güney yönlerinden çevirmektedir. Olasılıkla bu duvarlar saray yapılarının doğu yönünce de uzanmakta ve böylelikle onları dışarıdan tümüyle ayırmaktadır.

Saraylar: Birinci avludaki iki yapı birer megarondur. Megaron 2, geometrik desenli bir mozaik ile döşenmiştir. Bu mozaik, bilinen en eski çakıltaşı mozaik örneğidir ve bugün bir kısmı Gordion Müzesi’nde sergilenmektedir.

Megaron 3: Bu, günümüze kadar Gordion’da çıkarılmışen önemli yapıdır. İç avluda yer alan yap Frig akropolünün en büyük binasıdır. Yapı, iki sıra ahşap direkle bir orta ve iki yan nefe ayrılmıştır. Arkeologlara göre orta bölüm tek katlı ve yüksek bir salondu. Yan kısımlar ise iki katlı ahşap galeriler şeklindeydi. Megaron 3, MÖ 8. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş en eski yapılardan biri olmalıdır.

Teras Yapısı: Terasın batı kesimindeher biri 11x14 metre ölçülerinde yan yana sıralanmış 8 adet megaron yer alır. Her birinde ortada bir ocak ve yanlarda direklerle desteklenen ahşap galeriler bulunmaktadır. Büyük olasılıkla bunlar sarayın günlük işlerinin görüldüğü yapılardır. Megaron 3’ün yanına yapılan bir merdivenle yeni oluşturulan terasa geçiş sağlanmıştır.
Assos

Şehrin batı kapısına 300 m kala yol ikiye ayrılır. Bir kolu batı kapısının üst başındaki küçük kapıya gider, diğer ana kol ise iki tarafı kuleli görkemli kapıdan kente girer. Bu yolların iki yanı Roma çağında kimi teraslar üzerinde, kimi çevresi güzel yontulmuş taşlarla örülü duvarlarla çevrili mezar anıtlarıyla doluydu.

Eski çağın kentlerinde mezarlıklar kentin dışında ve genellikle yolun kenarında olurdu. Kente gelenlerin herbiri bir anıt olan mezarları görsün, selamlasın diye.

1884’ te kazıların sona erişinden sonra geçen zaman içinde, ortaya çıkarılan mezarların tümü tahrip olmuştur. 1981’de yeniden başlayan çalışmalar ile birlikte eskilerinin de onarımına girişilmiştir.

Assos’ un iki nekropolü vardır. Birincisi ve asıl önemli olanı batı kapısına giden taş döşemeli yolun iki tarafına oturtulmuş Batı Nekropolü, diğeri doğu kapısı önündeki Doğu Nekropolü’ dür. Batıdakinde sıkça küp içine gömme yöntemi görülmektedir. Bir küp içine ikili gömme de yapılabilmekteydi.

Batı Anadolu’ da M.Ö 6. yüzyılda çok rastlanan yakarak (kremasyon) gömme tekniği Assos’ ta da görülmektedir. Kazılar sırasında ölü küllerinin içine konduğu urna adı verilen çömleklere çokça rastlanılmştır. Ortaya çıkarılan bu örnekler Çanakkale Müzesi’ dedir.



GYMNASION

M.Ö. 2. yüzyılda inşa edilmiş bu Gymnasion, 40 x 31 m boyutlarında bir palaistra (açık spor alanı) ve çevresini saran sütunlu portiko’ların gerisindeki ders, soyunma ve yemek odalarından oluşan basit bir yapıydı. Palaistranın, kuzey, güney ve batı kenarları portiko ile, doğu kenarı ise bir duvarla çevrili idi. Portikoların bazalttan yapılmış sütunları monolithtir. Kuzey portikosuna ait arşitrav yazıtlarından bu portikonun M.Ö. 1. yüzyılda yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır. 4,92 m genişliğindeki bu portikonun gerisinde, önünde bir çift sütunu olan Ephebeion (kapalı dershane) bulunmaktaydı. Kuzeydoğu köşede de 8,50 m çapında bir yıkanma yeri yapıya eklenmişti. Gymnasion’a ana giriş anayola açılan güney cephededir. 3 basamaklı yarım daire merdivenle birlikte bir koridorla güney portikoya ulaşılıyordu. Ayrıca batıdan da giriş vardı. Ders odaları tek katlıydı. Ana girişin sağında diagonal düzenlenmiş bir portiko ile 4 odanın işlevleri tam olarak anlaşılabilmiş değildir, ama gymnasiona aittirler. Assos’ta su daima bir sorun olduğu için palaistranın döşemesi altında bir de sarnıç vardı. Sarnıç, kayadan oyulmuş ama üzeri sonradan taş örgü tonozla örtülmüştü. Doğu ucundaki merdivenlerden inerek kova ile su çekilir ve yıkanma odalarına taşınırdı. Hem su taşıma işi, hem de odalarla spor alanının temizlenmesi işi öğrencilerin görevi idi. Büyük sınıftaki öğrencilerse, küçük sınıfların yaptığı işi denetlerdi.

Paidagogos denen eğitmen – dadı karışımı görevliler öğrencileri konutlardan gymnasiona götürürlerdi. Okulda dersler, öğleye kadar öğreticilerin gözetiminde güreş, boks, disk ve cirit atma, uzun atlama ve bir stadia (200 m) koşu çalışmalarıyla geçerdi. Bu çalışmalardan önce vücutları saf zeytinyağı ile yağlanırdı. Çalışmadan sonra striglis denilen, tunç ya da demirden yapılmış bir aletle kum ve toprağı sıyırır, sonra yapıya sonradan eklenmiş olan kuzey uçtaki hamama giderlerdi. Temizlik mermer kurnaların başında yapılırdı.

Okulda öğleden sonra dil ve gramer, güzel konuşma, coğrafya, matematik, felsefe ve müzik dersleri olurdu. Matematik ve müzik eğitimi bu çağda spor kadar önemli bir yer tutmaktaydı. Dersler güneşin batmasıyla sona ererdi.

Gymnasionun yöneticisi Gymnasiarkhos ünvanını taşır ve altın bir taç ile onurlandırılırdı.

M.S. 6. yüzyılda, Bizans döneminde bu gymnasionun ortasına bir kilise inşa ederek Aristo’nun okulunu tamamen ortadan kaldırdılar. Kilise için gymnasionun yapı malzemesi kulanılarak yapı harap edilmiştir.



AGORA

Assos’ta kent meclisine üye olabilen özgür, varlıklı ya da eski soylu aile erkekleri öğlene doğru agoraya inerlerdi. Bu kentte de agora şehrin kalbiydi. Helenistik Çağ’ın sonlarına doğru yapılan Assos agorası külliye olarak da nitelendirilebilir. Batı yanında küçük bir tapınak, doğu yanında bouleuterion, güneyinde de hamam yeralır. 4000 m2 büyüklüğündeki alanın kuzey ve güneyi iki stoa ile sınırlandırılmıştır.



KUZEY STOA

115.5m X 12.42m boyutlarında iki katlı bir yapıdır. Yapıya beş basamakla çıkılmaktadır ve ilk katta bulunan bir sıra dor sütunu ikinci katı taşımaktadır. Içte ise yapıyı boylamasına iki sahana ayıran 20 sütun bulunur.Yapının daha çok güneşten ve yağmurdan korunmak için olduğu düşünülmektedir. Bugün duvar yüzeyinde görülen 40X50 cm boyutlarındaki delikler ikinci katın ahşap taban kirişlerinin girdiği yerlerdir.



GÜNEY STOA

Güney stoa daha küçük ve çok katlıdır. Bodrumu ve su haznesi katı ile birlikte dört kattan oluşur. Bodrumun güneye bakan kısmının önü açıktır, tabanı da su deposudur. Sarnıçlardan biri 41.60x2.75 diğeri 14.85x2.37 m boyutlarındadır. Sarnıçların taş kanallaarla Roma Çağı hamamına su bağlantısı vardır. 69 m uzunluğu 12 m derinliği olan yapının en üst katı agora düzlüğünde tek kat görünümündedir. Altındaki ara kata içeriden batı köşedeki taş merdivenlerden, dışarıdan doğudaki dış merdivenlerden ulaşılmaktaydı. Zemin ise öndeki koridorun gerisinde on üç odaya bölünmüştü. Bu odaların kazı sırasında bulunan su tesisatına dayanılarak yıkanma odaları olduğu düşünülmektedir.



HEROON

Güney stoanın batı duvarı dibinde taapınak cepheli bir mezar anıtı yapılmıştır. 1881’deki kazılar sırasında bulunan bir yazıttan yapının kente yaptığı hizmetler nedeniyle Hephaistogenes oğulları Kallisteros ve Aristias’a Assos halkı tarafından kent içinde mezar yaptırma ayrıcalığının verilmesine dayanılarak inşa ettirildiği anlaşılmaktadır.



BOULEUTERİON

Meclis, düzenli toplanarak yönetimle ilgili kararları verirdi. Temsilciler (prytan’lar)

arasından seçilen elli kişi sürekli görev yapar ve prytaneion denen devlet konuk evinde kalır, orada devlet hesabından yiyip içerlerdi.

Meclisin, elçi yollama ve kabul etme, vergi toplama, memurları denetleme, donanma yönetimi ve maliye yönetimi gibi görevleri vardı. ayrıca 500 drahmiye kadar ceza kesme yetkisine sahipti. Meclis üyelerinin tiyatroda parasız giriş ve şeref koltuğunda oturma gibi ayrıcalıkları da vardı.

Assos’un kent meclisi yaklaşık yüzelli kişiliktir. Her kabileden (phyle’den) ellişer temsilci geldiği için kent devlete bağlı üç yerleşim olduğu düşünülmektedir. Meclis yapısı 21 x 21 m boyutlarında tek katlı bir yapıdır. Agora’ya doğru açılan beş kapısı vardır. İçeride, ikisi kazılarda bulunabilmiş olan dört sütun çatıyı taşımakta idi. Meclis üyelerinin oturduğu taş sıralar sağlam olarak ele geçmemiştir. Dor düzenindeki cephe sütunları 63 cm, içteki, çatıyı taşıyan sütunlar ise 75 cm çapındadır.

Bouleuterionun güneyindeki agoraya giriş kapısının yanında merdivenlerle inilen altgeçit, bir su haznesinde sona erer. Bu kapının güneyinde de bir kapının kalıntıları vardır.



AGORA TAPINAĞI

Agoraya batıdan girişte bir podyum üzerinde 16.50x10 m boyutlarında prostylos bir tapınak yapısı vardır. M.S 5. yüzyıldan sonra küçük bir kiliseye çevrildiği anlaşılan yapının bugün ancak temelleri kalmıştır. buna rağmen pronaosu, naosu ve ön çıkış merdivenleri anlaşılabilmektedir. Tapınak büyük bir olsılıkla agora ile çağdaştır.



TIYATRO

Agoranın batı kapısından aşağı inen taş döşeli yol önce hamamlara oradanda tiyatroya ulaşır. Denize ve Lesbos adasına bakan tiyatro kent merkezinin güneyinde doğal bir kayaya oyulmuştur.Yapım tekniği ve plan özellikleri bakımından bir Roma Çağı tiyatrosudur. Büyük bir olasılıkla daha eskisinin yerine yapılmıştır.

Kaveası iki diazoma ve 26 oturma sırasından oluşmaktadır. Parados duvarlarında her iki tarafta da beşik tonozlu birer mekan vardır. Bu iki odanın bilet ve kitap satışı ya da görevliler için yapıldığı düşünülmektedir.

Büyük olmayan skene zamanla genişletilmiştir. 19.14 m genişliği vardır ve iki katlıdır. Sahne yapısı üç odaya bölünmüştür. Odalar birbirlerine kapılarla bağlanmışlardır. Cephede, klasik tiyatro plan düzeninde çoğunlukla görüldüğü gibi ortadaki daha geniş ve yüksek olmak üzere üç kapı vardır. Küçük kapılardan biri exodos, diğeri ise eisodostur, ortadaki ise saraya giriş ve çıkışı simgeler.

Oyunculartın yeraldığı platform (proskene) 2.5 m genişliğindedir ve bu alanı önde 12 adet yarım sütun taşımaktadır.

Koro ve müzisyenlerin bulunduğu orkestra 20.5 m çapındadır ve bu düzlüğü oturma yerlerinden taş korkuluk ayırmaktadır.

5000 seyirci kapasiteli Assos tiyatrosu deprem sonucu kaymış ve büyük ölçüde harabolmuş, sonraki yüzyıllarda da taş ocağı olarak kullanılarak taşlarının çoğu sökülüp götürülmüştür.



GYMNASİON GÜNEYİNDEKİ KONUT ALANI

Kentin Roma çağına ait olan konut alanıdır. 1000 m2si kazılmış olan alanda kuzeydoğu – güneybatı yönünde bir sokak ve onu dik kesen, kuzeybatı – güneydoğu yönünde bir cadde vardır. Cadde geniş plaka taşlarla döşelidir ve iki tarafında 90 x 110 m2 taban alanlı dikdörtgen şekilli konutlar bulunmaktadır. Kuzeybatıdaki konutun avlusuna büyük boyutlu taşlar döşenmiştir. Kuzeyinde de büyük bir sarnıcın kalıntısı bulunmaktadır. Yapı katından gelen çanak - çömlek buluntularına göre konutlar M.S. 1. ve 3. yüzyıllarda kullanılmışlardır. Daha sonra ise tahrip edilmiş ve üzerlerine başka yapılar oturmuştur.

Güneydoğu köşedeki konutun batı duvarından çıkan bir pis su kanalı da üstü örtülü olarak caddeye bağlanmaktadır.

Konutlar derleme taşlardan, çamur harcı kullanılarak örülmüş ve 60 cm kalınlığındaki duvarlarla inşa edilmişlerdir. Çok özenli yapılmamışlardır. Tek katlı yapılar olmaları büyük olasılıktır.

Sınırlı ölçüde de olsa ortaya çıkarılan bu bölüm, kentin oldukça düzenli ve biribirini dik kesen bir cadde sistemine sahip olduğunu göstermektedir.



DOĞU YAMAÇ EVLERİ

Doğu yamaçta yapılan sondaj kazısında teraslar halinde ve yanaşık düzende inşa edilmiş konutlara rastlanılmıştır. Her konut iki ya da üç odadan oluşmaktadır. Derleme taşlarla ve çamur harcı ile yapılmışlardır. Eski Çağın insanları dışa dönük bir yaşam biçimi sürdükleri için konutları genelde büyük özenli ve süslü değildi. Roma Çağına kadar villa fikri de pek gelişmemişti. Evlerin birer küçük avluları vardı. Bir kanalizasyon sistemi henüz saptanmamıştır. Sondaj kazılarında gün ışığına çıkarılan konut eldeki kanıtlara göre en son M.S 6. yüzyılda kullanılmıştır.

Ayrıca akropoliste Athena Tapınağı çevresinde yapılan temizlik sırasında hem kuzey hem de güney kenarda tapınağın stylobatını çevreleyen bir dizi konutun varlığı ortaya çıkarılmıştır. Taş duvarlı, döşemesi kireç harçlı ve tek kat olan bu konutlar kentin küçüldüğü ve artan korsan saldırıları nedeniyle surlar içine çekilip akropolisi bir kale gibi savunmaya hazırladığı evreye aittir. Akropolis çevresinde bugün görüle ve bir bölümü restore edilmiş yarım daire ve kare planlı kuleler ve onları bağlayan kireç harçlı sur duvarları da bu dönemde yapılmışlardır.



ATHENA TAPINAĞI

Assoslular M.Ö. 6. yy.da kentlerini geliştirirken iki şeyi öncelikle ele almışlardı. İlk olarak kent surlarını inşa etmiş, sonra da surların tepesinden kenti koruması altına alan tanrıçaları Athena’ya bir tapınak kurmuşlardı.

Assos’un yerli taşından yapılan tapınak için akropolisin yüzeyi düzeltilmiş ve yapı kuzeybatı - güneydoğu yönünde oturtulmuştur, giriş cephesi ise Anadolu geleneğine uygun olarak doğuya bakar.

Yapının mimarlık tarihi açısından önemli bir özelliği vardır. Öncelikle Anadolu’daki ilk ve tek Arkaik Çağ Dor mimari örneğidir. Bunun yanında, Dor mimarisine kabartmalı friz ve süsleme elemanları ile İon mimari öğelerinin katıldığı ilk örnektir. Ayrıca Opisthodomossuz tek mekanlı iç bölümü ile de güçlü bir Anadolu mimarlığı etkisi taşımaktadır.

Tapınak dikdörtgen planlı bir iç yapı ile dışta onu çevreleyen tek sıra sütundan oluşmaktadır. Doğu yönünde eski Hellen tapınaklarında bulunması gereken altara rastlanmamıştır. Bu altarın Bizans çağında sökülüp, yıkıldığı tahmin edilmektedir. Tapınak iki basamaklı bir krepise oturmaktadır. Bu iki basamaklı yükselti doğuda bir podyum biçimini alır. Basamaklar 28 cm yüksekliğindedir ve rıht yüzeyine, kabartma olarak polygonal desen yapılmıştır. Sütunların oluşturduğu sytlobat denen yüzey 30 x 14 metre ölçülerinde ve 1/2.15 oranındadır. İç yapı 22 x 8 boyutunda ve 1/2.8 oranındadır. İç yapı pronaos, yani ön oda, ve naos denen kutsal odadan oluşur. Ön odanın iç genişliği 6.65m, derinliği 3.30 m’dir. Girişte duvar uçları (anta) arasında iki sütun vardır. Bu sütunlar 91 cm çapında ve 18 oluklu dor sütunlarıdır. Naos’a giriş 1.65 genişliğindeki, çift kanatlı olduğu düşünülen bir kapıdandır. Naos’un döşemesi siyah ve beyaz mermer parçacıklardan yapılmış dalga motifi ve zigzag çizgiler işlenmiş bir mozaiktir ama bugün yerinde durmamaktadır. Yine eskiden kaide üzerinde tanrıçanın heykeli bulunmaktaydı.

Duvar taşları sökülerek başka yapılarda kullanılmış olduğu için bugün 66 cm kalınlığındaki Naos duvarının sadece yerdeki izi kalmıştır. Yapıyı çeviren sütun sıraları 6 ve 13’er sütundan oluşmaktadır. Toplam 34 sütunun 32’sinin başlığı bugün sağlam olarak bulunabilmiştir. 4.30 metre yüksekliğindeki başlıksız sütunlar, başlıkla birlikte 4.78 metreye ulaşmaktadır. Sütun yüksekliği stylobat genişliğinin 1/3 ’üdür.

Sütunlar 60 cm’den 1.40 cm’e kadar değişen yükseklikteki parçalardan oluşmaktadır. En alt çap 91 cm, en üst çap ise başlık altında 64 cm’dir. Sütunlar 16 olukludur, oluklar arası keskin sırt (arris) stylobat kenarına dik gelmektedir. Sütunların arası, dar yüzlerde merkezden merkeze 2.61 m, yanlarda 2.45 m’dir. Sütun sırası ile naos duvarı arası pteroma geniş bırakılmıştır (3.30 metredir).

Sütun başlıklarının yastık kısmı (ekhinus) M.Ö. 6. yy. başlarının basık yassı profiline sahiptir ancak her başlığın profili diğerlerinden farklıdır. Bu da yapının farklı ellerden çıktığını göstermektedir. Tüm Dor yapılarında olduğu gibi başlıklardaki boyun bilezikleri (annulet) olasılıkla boyalıydı. Bunu gösteren boya izleri de bulunmuştur.

Sütun başlıkları üzerinde bağlayıcı ve taşıyıcı olarak arşitrav vardır. Arşitrav blokları 2.40 ile 2.60 arasında boyutlardadırve başlıkların merkez noktasında kenetle birbirlerine bağlanmışlardır. Arşitrav üzerine ise Dor düzenine yabancı ve Anadolu mimarisine uygun kabartma frizler işlenmiştir. (Frizlerde tanrıların ve yarı tanrıların öyküleri anlatılmaktadır.) Her iki dar cephede de ortada karşılıklı iki sfenks kompozisyonun merkezini oluşturur. Ondan sonra sol köşeden okları ile kentaur’ları vuran Herakles, kaçan Kantaur’lar işlenmiştir. Sağ tarafta ise atlılar, ibadet eden figürler, ve köşede tritonla döğüşen Herakles vardır. Diğer yanlarda ise geyiğe saldıran aslanlar, ziyafet sahnesi (symposıon) gibi konular işlenmiştir. Kabartmalı olmayan arşitrav bloklarının da bulunmuş olması, tüm üst yapıda friz olmadığını gösterir.

Arşitrav üzerinde Dor düzeninin tipik öğesi olan trigliph’ler yer alır. Trigliph aslında ahşap mimarlıktaki işlevsel bir öğenin taş mimarlıkta süs elemanına dönüşmüş halidir. Her sütun üzerine bir anesi yerleştirilmiştir. Aralarındaki boşluklar (metop) levhalar yerleştirilerek birbirleri ile bütünleştirilmişlerdir. Tapınağın metop levhaları üzerine yaban domuzu, kentaur, karşılıklı iki erkek figürü, Sphinks, atlılar, yarışan atletler kabartma olarak işlenmişlerdi. Bir Aiol mimarlık öğesi olarak da metop taçları Lesbos yaprağı motifi ile bezenmiştir.

Tapınağın alınlığında (pediment) kabartma ya da bezeme yoktur. Üçgen alınlığın tepesinde spiral bezekli bir tepe akroteri, alınlık uçlarında da sphinks veya grifon şeklinde köşe akroterleri vardı. Yapının oturduğu düzlemden alınlığın uç noktasına kadar olan yüksekliği 12.50 m kadardır. Çatı örtüsü ise çok iyi kalıplanmış ve fırınlanmış boyalı kiremitlerden oluşuyordu.

TROYA

Troya şehrinin kurulmasıyla ilgili mitosta, Troaslı İlios günün birinde Frigya Kralı'nın düzenlediği bir yarışmaya katılarak birinci olur. Kazandığı ödüller içinde kara benekli bir inek de vardır. Biliciler İlios'a ineği izlemesini ve kentini ineğin durduğu yerde kurmasını söylerler. İnek gidip gidip Karamenderes (Skamondros) ile Dümrek (Smois) ırmaklarının arasında denize yakın bir yerde durur. Kurulan şehre önce İlios, sonra kurucunun atalarında Tros'un anısına Troya adı verilir. Bir süre sonra Zeus kente Pallas Athena heykeli indirecek, İlios da heykelin indiği yere Athena tapınağını yapacaktır. İlios soyu çoğalarak Priamos'a kadar gelir.


Homeros'un İlyada'sında geçen şu çok ünlü savaşın hikayesi ise kısaca şöyle ortaya çıkmıştır; Tanrı Zeus'un bir kuğu şekline girerek Leda'dan peydah ettiği Helena evlenecek yaşa gelince Akhaların önde gelenleri Tündareos'un sarayına giderler. Burada Tündareos ya da Helena'nın seçimiyle, Menelaos Helena'nın kocası olur. Daha sonra Tündareos ölünce Sparta Krallığı Menelaos'a kalmıştır.


Efsaneye göre, savaşın nedeni ise Iolkos Kralı Pelans ile Thetis'in düğünlerine davet edilmeyen kavga tanrıçası Eris'in, sinirlenip bir oyun düzenlemesi ve Hera, Afrodit ve Athena'nın oturduğu ziyafet sofrasına, üzerinde 'en güzele' yazılı bir elma atmasıyla başlar. Elmanın kimin olduğu üzerine 3 güzel tartışmaya başlarlar ve Zeus'tan bu sorunu çözmesini isterler. Zeus işin içinden çıkamayınca, çareyi dağlarda çobanlık yapan ve yalnız yaşayan Paris'i rehber ilan etmekte bulur. Güzellerden her biri kendisini seçmesi için Paris'e bir şey vadederler. Paris Afrodit'e kanar ve dünyanın en güzel kadınını elde etmek için Afrodit'i yarışmanın birincisi seçer. Paris, Afrodit'in yardımıyla Sparta'ya gider, Helen'i kaçırır, prensi olduğu Troya şehrine geri döner. Bunun üzerine Sparta Kralı Menelaos, Akha ordularını toplayarak Troya'ya savaş açar. Böylece 10 yıl sürecek Troya savaşı başlamış olur.


Troya, Kazdağı'nın eteğinde, Skomondros(K. Menderes) ile Simoeis(dümreli) çaylarının sınırladıkları ve bir yanı Ege denizine, bir yanı boğaza bakan üçgen biçimli, ova egemen yüksekçe bir yerde kurulmuş, Schilemann, Dorgfeld ve Blegen tarafından kazılımıştır. 1871'de Schilemann, Priamos'un hazinesini bulma umuduyla işe başlamıştır. 1882'de Schilemann, W.Dorpfeld ile birlikte çalışmış ve Dorpfeld burada 9 yapı katı saptamıştır. 1932-1938 arası Carl.W.Blegen başkanlığında yapılan kazılar sonucunda Dorpfeld'in 9 kültür katı, 30'a yakın yerleşme katına bölünmüştür. Troya şu anda Monfred Korfmann tarafından kazılmaktadır.


TROYA 1 (MÖ 3000-2500)


Troya 1'in en gelişmiş evresi 1y'de kentin çapı 90 metreydi. Toya 1'in ana girişi güney tarafta ve duvarı çok iyi korunmuş durumdadır. İki kule ile savunulan kent kapısı 2.97 metre enindeydi. 3 metre kadar genişlikte dar bir koridor şeklinde bu girişin iki yanında üçgen şeklinde yapılmış olan savunma kulelerinin de doğu yönündekinin alt kısmı ve bitişindeki sur kalıntıları görülebilir. Yüksekliği 3.5 metreye yakın olan kule kalıntısının tabanının irü taşlardan oluştuğu, duvarlarının da yukarıya doğru çıktıkça küçülen taşlardan örüldügünü görmekteyiz. Troya 1'e ait en sağlam kalıntı megaron tarzı bir evdir(1b). Onun altındaki yapı ise 1a katmanına aittir. Yine megaron tarzı evin dıştan ölcüsü 18,75*7 metre, duvar örtüsü balık sırtı şeklindedir. Büyük odasında biri tam ortada, diğeri doğu duvara yakın olmak üzere 2 ocak bulunmuştur. Sadece birinci ocak görülebilir durumdadır. Aynı odada kuzey ve doğu duvara doğru dayanan ve günümüzde izleri belli olmayan platform, 2 metre uzunluğunda, 90 cm genişliğinde ve ve 30 cm yüksekliğindeydi. Bu megaron yapısı bugüne değin bilinen en eski örnekti. Güneyinde pek belirgin olmayan 5 paralel duvar kalıntısının da megaron tipi yapı olma olasılığı vardır. 1987 yılında Troya 1 evresine ait duvarların hemen hepsi temizlenmiştir. Schilemann yarmasındaki yapılar Troya 1 evresine aittir ve MÖ 3000-2800'lere tarihlenmektedir. Troya 1 büyük bir tahriple son bulmuştur.


TROYA 2 (MÖ 2500-2200)


Troya 2'nin çapı 110 metreyi geçmekte ve 7 yapı katından oluşmaktaydı. Troya 1 bir yangınla son bulmasına rağmen Troya 2'de gelişmeler görülür. Fakat kültür değişikliği yoktur. Eski dünyanın batısında, bir plan sistemi gösteren ilk kent olma özelliğini taşır. Anıtsal ölçüde megaronların yanyana bir cephe oluşturacak biçimde sıralanmaları ve bu yapı kompleksine propilonla girilmesi sistemi, 700 yıl sonraki Tiryns akropolünde görülmektedir.


En geç evresi olan 2g yapı katında yerleşmenin orta noktasında yer alan, megaron tipi plana göre inşaa edilen yapının krala ait olabileceği, değilse bile bir bir toplantı yeri olabileceği tahmin edilmektedir. Bu yapı evresindeki planların megaron tipinin türevleri oldukları görülmektedir. Konutların büyüklükleri arasındaki farklılıklar ise Troya 2g yerleşmesinde yaşayan toplumda belirli bir sosyal farklılaşmanın olduğunun kanıtıdır.


Troya 2, üç ana evresiyle tanmlanmaktadır.(2a, 2b, 2c-g) Bunların herbirinin yeni bir sur duvarı vardır. 2a'dan FL ve FN olarak gösterilen, üstleri açık ve koridorlu 2 geçit kalmıştır. Bunlar 2b'nin duvarlarına uydurulmuş ve kullanılmaya devam edilmiştir. FM (c5-6) ve FO(f-g6-7) kapıları ana girişlerdir. Büyük megaronun ( )olarak gösterilen çoğu yeri Schilemann'ın kuzey-güney açması sırasında tahrip olmuştur.


Troya 2 büyük kent kapısı güney surunun(FN) ortasında idi. Güneybatı kapısının (FM gc) kalıntıları ve taş döşemeli 21x7,5 metre boyutlarındaki rampası iyi korunmuştur. Bu rampa, girişi 5,25 metre uzunluğunda ve 2 kanatlı bir kapısı olan, FM propilonuna çıkıyordu. Megaron planlı (FM) propilonu 2c-g evrelerine aitti. FN kapısı 2c'nin ana girişiydi. Son evreye ait olan giriş, FN ile gösterilen büyük propilondu ve megaron biçimindeydi. Buradan 2c-g (2200-2100) yıllarında yapılan açık bir alana giriliyordu. Çakıl döşeli bir avlu içindeki alan 2a ve 2b'nin kent duvarlarının üstü düzeltilerek yapılmıştı.


Büyük megaron (2a), 2c yapı katına aitti. 1989 kazılarında yapının yangın geçirmiş doğu duvarı ortaya çıkarılmıştı. Yapı tepenin en yüksek noktasında ve çevreye çok hakim bir konumdaydı. Bir kısmı Schilemann'ın kuzey-güney açması ile tahribe uğramışsa da planı saptanmıştır. Dorpfeld'in saptadığı 2h, 2r, 2f megaronlarının da kral ailesine ait olmsası muhtemeldir. 2d yapısı ise depo niteliğindedir.


Schilemann tarafından 1871-90 yılları arasında yapılan çalışmalarda Troya 2 yapı katmanları arasında ele geçirilen hazine buluntusu çok gelişmiş bir metal işçiliğinin örneği ve gelişmiş bir dış ticaretin göstergesidir. Schilemann, Priamos'un diye nitelediği hazineyi Troya 2'nin rampalı kapısının batı duvarı dibinde bulmuştur. Bu evrenin çanak çömleği de karakteristiktir. Kazılarda Troya 2'ye ait buluntuların çoğunun 1 metre kalınlığında bir yangın molozunun atından çıkması, bu kentin ani bir istilaya uğradığının bir göstergesidir. Bu nedenle Schilemann burayı Homeros'un İlyada'sında geçen Troya olarak nitelendirmiştir. Aynı dönemde Batı Anadolu ve Kıta Yunanistan'ındaki çeşitli yerleşimlerdeki benzer yıkımlar ve izleyen dönemde bu kentlerin kültür yaşamında görülen uzun süreli durgunlukların MÖ 2000 yıllarının başlarında Orta Avrupa'dan gelen Hint-Avrupa kökenli göçlerden olduğu sanılmaktadır. Troya 2'yi dışardan gelen göçmen toplulukların yıktığı ve buraya yerleşmeden yollarına devam ettikleri sonucuna varılmıştır.


TROYA 3 (MÖ 2200-2050)


Hisarlık höyüğündeki 3. Erken Tunç Çağı yerleşmesinde yaşam şeklinin pek değişmediği görülmektedir. Bu dönemde 4 yapı evresi saptanmış ve höyüğün 3 metre daha yükseldiği anlaşılmıştır.


Evlerin döşemelerinin daha önceki gibi sıkıştırlmış kil ya da toprakla kaplandığı, duvarların da aynı şekilde örüldüğü biliniyor olsa bile bu dönemde bağımsız konutlara rastlanmamaktadır. Bitişik yapılan evlerin arasında kalan sokaklar oldukça dardır. Daha önceki dönemden farklı olarak, kent surlarının tamamen taştan yapıldığı ve hatıllarla güçlendirilmiş kerpiçlerin kullanılmadığı görülmektedir. Son yapılan kazılarda Troya 4'ün altındaki tabakalarda bir sınır ya da teras duvarı ortaya açığa çıkarılmıştır ve bunun Troya 2'nin sonu olabileceği düşünülmektedir. Ayrıca, kuzeye doğru, üzerinde beyaza boyanmış kerpiçlerin olduğu, bir yapıya ait taş temel bulunmuştur. Bu dönemde pişmiş kap üretiminde ve dokumacılıkta eskiden beri bilinen gelenekler sürdürülmüştür.


TROYA 4 (MÖ 2050-1900)


Beş ayrı yapım evresinin izlendiği bu kat Erken Tunç çağının son yerleşmesidir. Kazılarda ele geçen eşyalardan Kıta Yunanistan'ı, Ege adaları ve Orta Anadolu'yla ilişkilerin yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Bitişik yapılmış, kil döşemeli taş temel üzerine kerpiçten oluşturulmuş duvarları olan evlere ve ilk kez avlularda yer alan kubbeli fırınlara rastlanmıştır.


Troya 4 evresine ait, üstüste 6 yangın evresinin olduğunu bilmekteyiz.Doğu profilinde bunu açıkça görmek olasıdır.Bütün bu tabakaları 4.evreye tarihlememizin nedeni, binaların aynı yapım planlarını izlemiş olmasıdır.Bitişik yapılmış olan bu evlerin hepsinde, girişin sağ ya da solunda mutlaka oval fırın vardır.Binalar ve tabanlar inanılmaz derecede güneye doğru eğim yapmışlardır.Bu nedenle, höyüğün kenarında olan bu önemli buluntuları saptamak mümkün olmuştur. Böylece Troya 4'ün mimari planı açık bir şekilde gözönündedir. En alttaki yanık tabakada, bir oda içinde yabani hayvan kemiklerine rastlanması, bunların o dönemde sürekli meydana gelen yangınlardan kaynaklandığını düşündürebilir.

TROYA 5 (İ.Ö. 1900-1800)


6 yapım evresinin saptandığı iki metre kalınlığa sahip bu yerleşme katmanında Batı Anadolu'da, Erken Tunç Çağı'ndan Orta Tunç Çağı'na geçiş dönemine rastlanmıştır. Bu dönemde Ege dünyasıyla süregelen ilişkilere Kıbrıs'la başlayan ilişkilerin eklendiği sanılmaktadır.


Surların alt kısımları işlenmemiş taşlardan ve üst kısımları kerpiçten yapılmıştır. Evlerin planlanmış döneme göre daha düzenli olduğu, dikdörtgen bir alanın üç tarafına küçük odaların yapıldığı, odaların köşelerinde kilden yapılmış oturma veya yatak sekilerinin olduğu, kubbeli ocakların veya arı kovanı şeklindeki fırınların kullanıldığı anlaşılmaktadır. Evlerden birinin döşemesinin altında hocker tarzında (insanın ana karnındaki duruşu) gömülmüş yeni doğmuş bir bebenin iskeletine ait kemik kalıntıları bulunmuştur.


TROYA 6 (İ.Ö. 1800-1275)


Troya 6, 300.000 m2 bir alana yayılmıştır. Sekiz yapı katından oluşan 6'ncı yerleşme üç ana evre gösterir. En parlak devir Troya 6(f-e) evreleridir. Kazılarda elegeçen buluntular, tamamıyla yeni plan ve yapılar, Troya 6'nın o döneme kadarki yaşayanlarından başka insanlarla ilişkisi olmuş olabileceğini akla getirmektedir.


Sur duvarı, birbirine beş kapıyla bağlanan altı bölümden oluşur. Surun en görkemli bölümü 6g evresine giren bir kuledir ve uzunluğu 18, genişliği 8 metredir. Kulenin ortasında keskin köşeli bir sarnıç ve onun içinde sekiz metre derinlikte kayaya oyulmuş bir kuyu vardır. Bu kuyudan kuşatma sırasında yararlanılıyordu. Uzunluğu 41.5, genişliği 4.5 m. olup yüksekliği 4 m'yi geçen duvar boyunca dört dikey çıkıntıya rastlanır. Fakat bu duvar yüksek bir Roma dönemi duvarıyla kapanmaktadır. (6 r - 6 s)


Buleteryon ve Schliemann'ın kuzey-güney açması ile tahrip edilen duvarın doğu bölümü iyi durumdadır. 6 h kulesi tarafından tahrip edilen sur günümüzde etkileyici bir durumdadır. Bu duvarlar konglomera taş bloklar ile dörtgen kesilip dış yüzeyleri düşmanın tırmanmasını engelleyecek şekilde yontulduktan sonra harç kullanmadan içe doğru eğimli bir şekilde birleştirilmiştir. Her on metrede dişler yaparak kenti çevrelemektedir.


Troya 6'da kulelerin kullanılması bu dönemde şehrin güçlü olduğunu gösterir. Girişin koridor şeklinde olması kente buradan girebilecek düşmanların iki ateş arasında kalmasını sağlamak içindir.


Troya 6 yerleşmesinin sarayları ve diğer önemli yapıları, tepenin üzerinde yeralıyordu. Ancak Hellenistik dönemde Athena Tapınağı'nın inşasında bu yapıların bir kısmı tahrip olmuştur.


Akropolün güneybatısından (6 t) girerek hafif yokuş yukarı ana cadde izlenirse solda Direkli Ev olarak nitelendirilen yapıya gelinir. Troya 6 ve Troya 7a'da kullanıldığı düşünülmektedir. 26x12 m. boyutlarındadır. Yapıyı destekleyen direklerden biri belirgindir. Yapının güney duvarı daha kalın örülmüştür. Arka tarafta hafif bir genişleme gösteren yapı megaron tarzında farklılık gösterir. Direkli evin kuzeydoğusunda 630 no.lu ev görülür. İÖ 1700'e tarihlenen evin duvarları küçük taşlardan meydana gelir.


6 g'nin kuzey bitişinde megaron tarzı evlere rastlanmıştır. Bu odaların çoğundan kent nüfusunun bu dönemde birden arttığı, duvarlarının zayıf mimarisinden aceleyle yapıldıkları anlaşılmaktadır. Kazılarda bu odalarda erzak küplerinin çok sayıda bulunması kiler niteliğinde olabileceğini göstermektedir. Evlerin ortak özelliklerinden biri dışa, surlara bakan duvarlarının daha kalın ve özenli yapılmış olmasıdır. 6 c evinin bir kısmı Schilemann tarafından tahrip edilmiştir. 6 f yapısı farklı karakter göstrir. Duvarlar geniş ve büyük kesme taşlarla örülmüş olup dışta dişler yaparak bölümlere ayrılmıştır. 6 a yapısı 19,18x12,30m boyutlarında bir yapıdır. Troya 6'nın megaron planını normal olarak gösteren yapılardandır.


Troya 6'nın önemli bir yapısı Antalı Ev -6 t- girişinin doğusunda bulunur. Üzerine gelen bulevteryon tarafından büyük ölçüde tahribe uğramıştır. Eve Anta adını veren taş halen yerindedir.


Akropol evlerinin birçoğu trapezoidaldir. Bu türdeki evlerin dar yüzleri kente, geniş yüzleri ise surlara bakmaktadır. Böylece trapezodial evler kuzeyden güneye doğru genişleyen ve yelpaze gibi açılan akropol planına uymaktadır. Homros'un İlyada'sında bahsettiği Priamos'un İlyon kenti, Troya 6h'dir. İlyada'da anlatılan ve 10 senelik savaş sonucu ele geçirilen kent burası idi. Odesya'da anlatılan İlyon tahribi ise 7a katında olmuştur.


TROYA 7 (MÖ 1275-1240)


Troya 6'nın bir deprem ile son bulmasıyla Troya 7a katmanında depremin aralıklarla devam ettiği ve deprem sonucu yıkılan yapılar altında insan iskeletlerine rastlanması, buranın ansızın terkedildiği izlenimi yaratmaktadır. Yine de bir kültür değişikliğine rastlanmamıştır. 6h evresinde bulunan Minyas seramiğinin aynı bollukta 7a katında da varolduğu kaydedilmiştir. Bu dönemde plan ve mimarinin düzenlemesinde bir karakter değişikliği görülür. 6f-h evrelerindeki yüksek sanat düzeyinden ve kent planından bir eser kalmamış, ayrıca sosyal sınıf ayrılığı gösteren ev tipleri ortaya çıkmıştır. İyi korunmuş bu evler doğu suru ve kapısı arasında görülebilir. Bu köklü değişim deprem sonrası akropol dışında oturan halkın devlet yönetimine geçmesiyle ve kral ve soyluların ortadan kalkmasıyla açıklanabilir. Uzun zaman kral ve soyluların kendilerini sömürmesinden bıkan halk tabakası depremden yararlanıp bir darbe gerçekleştirimiş olabilir.


Troya 7b 1 (1240-1190):


7a katındaki yanık tabaka 50 ila 100 cm arasında değişen bir kalınlık gösterir. Bu tahribe karşın Troya'lılar kentlerine dönmüşler ve surlarla evleri onarmışlardır. Minyas seramiği üretimi devam etmiştir. İlk kez 7a'da görülen yapı tarzı burada da devam etmektedir.


Troya 7b 2 (MÖ 1190-1100):


Troya 6'dan sonra ilk kültür değişikliğine bu tabakada rastlanır. Bu katta Buckel keramik denilen ve benzerlerine yalnızca Balkan ülkelerinde rastlanan kurşuni renkli, yüksek keskin kulplu ve üzerleri boynuzcuklarla süslü kaplar görülür. Duvar örgüsünün dip kısmı ortostat şeklinde blok taşlarla güçlendirilmiştir. Bu tip bir ev 6u kapısının batısında görülmektedir.


Troya 7b 2'de yerleşen Balkan kökenli halk buraya zor kullanmadan gelmiş olmalıdır. Çünkü bundan önceki tabakada bir yangın veya tahribe rastlanmamıştır. Buradan, Ege göçüne ilk durağın Troya olmuş olabileceği akla gelir. Bu dönemde Troya akropolünün göçler nedeniyle gücünü yitirdiğini görmekteyiz. Troya 7 evresi için yeni yapılan çalışmalarda, önceden bilindiği gibi üç tabaka değilde, dört ya da beş tabakadan oluşmuş olma ihtimali belirmiştir.


TROYA 8 (MÖ 700-350)


Bu evrenin buluntuları 7. yüzyıldan eskiye gitmez. İlk yapılara batı kapısının doğusunda rastlarız. Burası yukarı temenos olarak adlandırılan sunağın altına rastlamaktadır. Sunak Hellenistik dönemde yapılmıştır. Sunağın batısında bulunan ve kare plana sahip başka bir sunak ise Agustus dönemine aittir. Yukarı temenosun güneyinde "aşağı temenos" adı verilen ve içinde iki sunağın bulunduğu kutsal yer de Helenisitik dönemde inşaa edilmiştir. Bu dönemdeki en önemli yapı Athena tapınağıdır. Tapınak ve onu çeviren kutsal alan ve anıtsal giriş kapısının yapılması için düz bir platform elde etmek üzere höyük tepesinde bulunan eski yapı kalıntılarının bir kısmı yıkılarak düz bir saha açılmış ve üzerine inşaa edilmiştir. Bu yüzden bu devreye ait cevaplanamaycak sorular ortaya çıkmıştır. Geriye kalan son kalıntılar da Schilemann'ın büyük açmasıyla ortadan kalkmıştır. Homeros'un İlyada'sında Athena tapınağından bahsetmesi ve tapınağın kentin en yüksek noktasında bulunduğunu söylemesi arkeologları buranın bir tapınak olabileceği kanısına yöneltmiştir. Ancak, yapılan çalışmalarda yapının Athena Tapınağı olduğu konusunda herhangi bir somut kanıta rastlanmıştır. Tapınağın yeri Schliemann tarafında tamamen kazılmış olduğu için şu an burada derin bir çukur mevcuttur.


Herodotos'a göre Xerxes burada tanrıçaya bin öküz kurban etmiştir. İskender ise Granikos zaferinden sonra tapınağı ziyaret edip armağanlar sunmuş ve daha sonra gönderdiği bir mektupta buraya görkemli bir tapınak yaptıracağı konusunda söz vermiş olduğu bilinir. Strabon, İskender'in bu isteğini Lisimakos'un yerine getirdiğini söyler.


TROYA 9 (MÖ 350-MS 400)


Roma döneminde Novum İlyum olarak bilinen kentin yapısal olarak çok büyüdüğü görülmektedir. Troya 9'un bu dönemde Sezar (İÖ 59-44) ve Oktavyus Ogustus (İÖ 31-14) devirlerinde kültür açısında yeni bir ivme kazanmıştır. Athena Tapınağı bu dönemde yapılan değişikliklerle genişletilmiştir. Troya bu dönemde Roma İmparatoru Büyük Konstantin (MS 324-327) tarafından başkentin yeri olarak düşünmüş, ancak daha sonra Bizantion'da karar kılmıştır.


Novum İlyum'um son yapılan çalışmalarda anıtsal bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Bu yapıların çoğu yazılı kaynaklardan bilindiği üzere Julius Klaudyus hükümdarlığında ve daha sonraki hükümdarlar tarafından yapılmıştır.


İlyum kale duvarının tam önünde yeralan tiyatro, sunaklar ve ovaya doğru uzanan burun üzerindeki kuzeydoğu terasındaki büyük tiyatro gibi Hellenistik ve Roma dönemleri anıtlarına yeni bulgular da eklenince burası büyük şehir niteliğine bürünmektedir. Yapılan kazılar sonucunda görülmüştür ki Roma yapılarının temelleri çok derindedir. Bu yapılar arasında derinleşilen her kısımda Troya 6 evresine ait tabakalara rastlanmıştır. Bu açmalar, Troya 6-7 kale yerleşmesinin güney kapısından 100-170 m. kadar uzaktadır.


Bu devirde Athena tapınağının genişletildiği anlaşılmaktadır. Tapınağın dört tarafı 80 m. uzunluğunda sütun sıralarıyla çevriliydi. Bu büyük meydanın yapılması sırasında Troya 6'nın en önemli yapılarıyla Troya 7'nin evleri tahrip edilmiştir. Troya 6'nın büyük giriş kapısı, 7t nin hemen doğusunda, yarısı şehir surunun üstünde yeralan bulevteryon ve küçük tiyatro ile şehir duvarı üstünde bulunan tiyatro Roma çağına aittir.


Büyük Tiyatro


Kuzeydoğudaki tepenin yamacına yaslanmış bir vaziyettedir. Ovaya ve denize hakim bir konumdaki ve 10.000 kişi alabildiği sanılan bu yapıdan geriye çok az şey kalmıştır. Blegen yaptığı kazılarda sahne binasının ve orkestranın bir kısmını günışığına çıkarmıştır. Oturma sıralarının bulunduğu yamaç henüz kazılmamıştır.


Anıtsal Çeşme (Nimfeum)


Güneye doğru tarlaların içindeki kalıntıların anıtsal çeşmeye ait oldukları bilinmektedir. Burada insan ve hayvan figürleriyle süslü döşeme mozaiklerine reastlanmıştır. Bu mozaiğin üst kısmında üçüncü yüzyıla tarihlenmiş boyalı duvar sıvaları bulunmuştur.Aynı yönde 500 m. kadar ileride Troya 6'nın son evrelerine ait olduğu sanılan bir mezarlığa rastlanmıştır. Kazılarda ağızları kapalı olarak toprağın hemen altına gömülmüş değişik şekil ve büyüklüklerde pişmiş toprak testiler içinde ölülerin yakılmasından sonra geriye kalan kül ve kemik artıkları ele geçmiştir.


Küçük Tiyatro(Odeon)


En iyi korunmuş yapılardan biridir. Oturma sıraları sağlam durumdaki Odeon'un kavea bölümünün batısı, üst kısımdan itibaren toprakla doldurularak yükseltilmiştir.


Meclis Binası (Buleteryon)


Yapının daha önceleri Odeon olarak kullanılmış olabileceği sanılmaktadır. Önde dörtgen planlı bir girişi, arkasında yarım daire şeklinde bir orkestrası ve bunun gerisinde oturma sıralarının yeraldığı kavea yeralmaktadır. Giriş holünün Troya 6 sur duvarının üstüne oturtulmuş tek parçalı mermer eşiktaşı hala yerindedir.


Uygarlığa Geçerken Tarihöncesinde Anadolu

Yakın Doğu’da eskiden yaşamış türlü kavimler arasında uygarlığın doğup gelişmesi ele alınırken, her seferinde bir kavmin zaman içinde ortaya çıkışı ile ilgili belirli bir nokta saptanır. Bu nokta, dar anlamda tarihin başlangıcı sayılan yazılı belgelerde, bir kavimden ilk söz edildiği andır. Yazının bulunması ya da başka kavimden alınıp kullanılmaya başlaması her ülkede başka tarihte olmuştur. Örneğin Mezopotamya’da Sümerler ve Nil vadisinde ilk oturanlar bu konuda önde gelir. Komşu halklar onların başlattıkları bu işten yararlanmaya oldukça geç başlamıştır. Bu gecikme, Anadolu’da özelikle belirgindir.

     Hitit Krallığının kuruluşundan geriye doğru gidildiğinde, Kaniş’te (Kültepe) Asur yerleşmesinin kanıtları bulunmuştur. Yazının hiçbir türü İÖ ikinci binin başlarından önce Anadolu’da görülmez; o zaman bile, yazı yerli halkın işi değil, Mezopotamya kültürünün buradaki uzantısı olmuştur. Çünkü Türkiye'de şimdiye değin bulunmuş en eski yazıtlar, İÖ 20. -18. yüzyıllar arasında Kappadokia’da Kaniş (Kültepe) adındaki kentte, Asur tüccarlarının kurmuş oldukları tecim yerleşmesinde tutmuş oldukları kayıtlardır. Doğal olarak bunlar Asur çivi yazısıyla kil tabletlere yazılmıştı.İlginç olan, Kaniş’te yörenin Anadolulu bir yöneticisinin sarayında bulunan belgelerin, başka bir yöntem geliştirememiş olan yerli yöneticinin de söyleyeceklerini yabancı tecimenlerin diliyle ve yazısıyla söylediğini göstermesidir.Kaniş’te bulunan belgeler iş mektupları, muhasebe kayıtları, konşimento türündendir. Görüleceği gibi, bu tür belgelerin kusursuz ve eksiksiz tarih bilgisi vermesi beklenmez. Zaman zaman geçen özel adlardan, örneğin, yıllarını bildiğimiz o dönemin Asur krallarının ya da komşu Anadolu kentleri ile yöneticilerinin adından bir şeyler öğrenebilmemiz doğaldır. Ancak İÖ 1700 yılında Hitit Krallığı kuruluncaya değin, tarihin hammaddesini oluşturan siyasal, askeri olaylardan söz eden yazıtlar ele geçmemiştir.

Bu tarihten önce Anadolu’da geçmiş olaylarla ilgili tüm bilgimizin arkeoloji araştırmalarının sonuçlarına dayanması gerekir. Bu tür çalışalar, ancak yarım yüzyılı aşkın bir zamandan beri sürdürülmesine karşın, bilgimize yadsınamaz ölçüde büyük katkıda bulunmuş, ülke insanının gelişme tarihini kuramsal olarak beş bin yıl daha eskilere götürmüştür. Bu çalışmalar bizi hiç bilmediğimiz, başka türlü de bilinemeden kalacak halklarla, onların yaşam biçimleriyle, kullandıkları, başka bir yerde tam karşılığını bulamayacağımız özgün teknolojiyle tanıştırmıştır. Anadolu yarımadasının sağlamış olduğu çevreye, burada ilk oturanların göstermiş olduğu ahlaki ve düşünsel tepkileri anlamamızı da bu çalışmalar olanaklı kılmıştır. Gene de bu ve benzer başarılar kendi çerçeveleri içinde değerlendirilmelidir. Bunları olanaklı kılan girişimleri beğenmemiz bizi yanıltıp işin önemini abartmamıza yol açmamalı. Yine unutmamalıyız ki, bu çalışmalar daha sona ermemiştir ve eksiklikler bulunmaktadır.

Tarihi olayların yokluğunda ya da başta bulundukları sürei uygun biçimde bir hanedana bağlanabilen krallar olmayınca, tarihöncesini zaman dilimlerine bölmek için başka bir dizgenin kurulması gerekiyordu. Anadolu’nun zaman dizini, komşu bir çok ülkede olduğu gibi, belki pek de duyarlı olduğu söylenemeyecek bir yöntemle, insanın maden bilgisinde geçirdiği evrimin aşamalarına göre bölünmüştür. Başka bölgelerde olduğu gibi, burada da ilk sırayı taş devri alır. Madenin bilinmediği bu çağ, Eski ve Yeni Taş devri ( Paleolitik ve Neolitik) olmak üzere ikiye ayrılır. Bunu, Kalkolitik Dönem (Bakır-Taş Dönemi) izler. Bu dönemde taş ya da önceki Yeni Taş döneminin yontulmuş taş aletlerinin yanı sıra ilk olarak bakır aletler kullanılmaya başlanmıştır(Çevirenin notu:  Bakır aletler, çanak çömleksiz neolitikten başlayarak kullanılmıştır). Bundan sonra, Tunç Çağında, kalayla bakırın karışımıyla daha dayanıklı bir maden elde edilmiş, bu çağda genel olarak maden eşya yapımında büyük gelişmeler olmuştur. Tunç Çağı da Erken, Orta ve Geç olmak üzere bölümlere ayrılır. Erken Tunç Çağı, İÖ üçüncü binin büyük bölümünü kapsar; Orta Tunç Çağı, İÖ ikinci binin ilk yarısında Asur yerleşmeleri dönemidir; Geç Tunç Çağı ise Hitit belgelerinin aydınlattığı yüzyıllar karşılık gelir ve bu dönem İÖ 1200'lerde Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla sona erer.

Tarihin bu son döneminin aydınlık olması, siyasal gelişmenin ve dinsel düşünüşün kanıtlarının bulunması, birbirini izleyen krallar ve onlarla bağlantılı savaşlar, anlaşmalar, insanı daha çok araştırmaya iten konulardı; tabiatıyla da ilk gezgin bilim adamlarının ilgisini tekeline almıştı. Bu yüzden, kazılar başlayınca, öncelik tarihi kent alanlarına verildi. daha eski çağlarda gerçekleşmiş ve hakkında belge bulunmayan olaylar bunların yanında sönük kalıyor, kimsenin ilgisini çekmiyordu. daha sonra tarihöncesi araştırmalarında eğitilmiş genç kuşaklar Anadolu’nun daha erken dönemlerindeki yerleşim bölgelerini araştırmaya başladıklarında, buldukları, önce fazla ilgi toplamadı. Olaylar o denli uzun zaman önce gerçekleşmişti ki, bir ulusun yaşam öyküsü ancak çanak çömlek parçalarıyla, sanatkarlarının atmış olduğu kalıntılarla kurulabiliyordu; bu da doğal olarak ancak konunun uzmanını ilgilendiriyordu. Uzmanınsa, olayların önemini saptamak için zamana gereksinmesi vardı.

     Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yabancı kazıcıların, tarihöncesi dönem üzerinde uzmanlaşmış genç Türklerle birlikte çalışmak üzere dönmeleriyle bu durum büyük ölçüde değişti. Platonun iç kısımlarında olduğu gibi başka yerlerde de, belli başlı yerleşmelerin büyük bir sabırla stratigrafik incelemeleri yapıldı, gelişmelerin kanıtları bulundu ve bulunanlar yeni düzenlenmiş zamandizinsel dizgede uygun konumlarına yerleştirildi. Birbirini izleyen dönemlerin ölçütü, çanak çömleğin ve küçük nesnelerin tipolojisiyle belirlenip dönemlerin adı geçici olarak kondu. Bundan sonra kazı yapılmamış yerleşmelerde arkeolojik yüzey araştırmaları düzenli olarak yapılarak bu yerlerin tarihi, yüzey buluntuları ile saptandı. ele geçen buluntular arasında bölgesel farklılıklar ortaya çıkmaya başladığında artık yeni bir aşamaya gelinmişti. bunların dağılımın incelenmesi ise, sınırları harita üzerinde yaklaşık olarak çizebilecek nitelikte, farklı “kültürel bölgeler”in varlığına işaret ediyordu. İlk zamanlarından beri nüfusu değişik etnik öğelerden oluşmuş bir ülkede, bu elbette önemli bir buluştu.

      Yapılan bütün bu işlerin Anadolu’nun tarihöncesini yeniden kurulabileceği bir çerçevenin yaratılmış olmasına katkısı olduğu kabul edilmelidir. söylediğimiz gibi, bunun için sabır ve beceri gerekiyordu; ikisi de zaman içinde karşılığını fazlasıyla almıştır.1930'larda yapılan kazılar, bir anda salt mesleki ilginin sınırlarını aşarak insanın düş gücüne seslenmiştir. Sanki perde birden kalkmış, insanın kültür eriminde bambaşka bir arkeolojik dekorlar içinde geçen olaylar açıkça görülmüştü. Eskiçağın belirli zaman dilimleri güvenle hesaplanmış, insanların günlük yaşamı, dinsel törenleri ya da olağanüstü toplumsal durumlar gerçek dekoru içinde aydınlığa çıkmıştı.

Aslında yarım yüzyıl önce de buna benzer bir buluş, Troia’da (Truva) az kalsın gerçekleşiyordu. Düşsever bir Alman olan Heinrich Schliemann, Homeros’un efsanevi kentinin kalıntılarını ararken, Eski Tunç Çağı’nın, şimdi bizim ikinci dönemi olarak bildiğimiz altın ve gümüş hazineleriyle karşılaştı. Ne yazık ki,  buluşun önemini anlaşılması için vakit henüz erkendi ve eserleri çıkarmada kullanılan ilkel yöntem, arkeolojik dekorun bozulmasına neden olmuştu. Buna karşılık, sonraki buluşlar, arkeolojinin, kazı ve kayıt yöntemlerini düzenleyen, kesin olarak tanımlanmış “töre ve kuralları” bulunan bir disiplin olarak kabul görmeye başladığı bir sırada gerçekleştirilmişti. Bundan ötürü bu buluşların sonuçları, artık müzede güzel nesneler göstermekle sınırlı değildir. Bulguların, antropoljik yönden de ele alınmasıyla, bize iletmek istediği bilgi, mantıklı yorum ve resimli kurguyla dile getirilmiştir.

(S. Lloyd, Türkiye'nin Tarihi,TÜBİTAK yay s: 15-18)


Hititler ( İ.Ö. 1660 -1190 )

Osmanlının son döneminde ortaya çıkan Türkçülük  akımı "yurt" kavramını değil, "ırk" kavramını öne çıkarmıştı. Oysa "yurt" önemliydi;ama "göçebe" bir toplum için yaşadığı topraklar yani yurt değil, obası   önemlidir. Akrabalık, dil ve din bağlantısı yurttan önce gelir;yani soy sop, yurttan önce gelir. Biz Anadolu' luyuz artık, Orta Asyalı değil. Bunu kabullenmeliyiz. Bu topraklar, Hititlerin, Hattilerin yaşadığı topraklar. Bir uygarlık beşiğinde yaşamaktan mutlu olmayı öğrenmek için vakit geç değil mi? Melih Cevdet Anday' ın aktardığına göre Prof. Fuat Köprülü  Hititleri kastederek  : " Bu  bücür  insanların  torunu olmaya gönlüm bir türlü razı gelmiyor."  demiş.( Cumhuriyet, 27 Eylül 1996)

Belki Fuat Köprülü’nün sözünü ettiği Hititler  kim diyeceksiniz. Hititler, Anadolu’daki en eski uygarlıklardan biri. Hitit Krallığı, İÖ 1700'de kuruldu. Bu krallık kuruluncaya değin, tarihin hammaddesini oluşturan siyasal askeri olaylardan söz eden yazıtlar ele geçmemiştir. İÖ 1700-1200 yılları arasını (Geç Tunç Çağı) Hitit belgeleri aydınlatır.

           Hititler, insanlara ilk kez buğday üretmeyi, yaşamın denizde başladığı bilgisini, mızrak uçlarında ve kamalarda kullanılan sert obsidyen taşını, atla çekilen ve savaş sanatını temelinden değiştiren iki tekerlekli savaş arabasını, ilk metalurji bilgisini, parşömen üzerine yazmayı ve alışverişte gümüş ve altın para kullanmayı sunmuş bir kavimdir.(Oral Sander,Siyasi Tarih, s:25)

Hititler, Ankara’nın doğusundaki Kültepe’ den (Neşa) kalkar Boğazköy’ü alır, sonra da yeniden Kappadokya’yı alırlar. Sonra da Toros Dağlarını aşıp Adana Ovasını etkilerine alır. Troia’yı kuşatan Yunanlılar, Hititleri hiç bilmez görünür. İlyada’da Troialıların birleşiklerinin listesini verirken Homeros’un Anadolu halklarıyla ilgili bilgisinin yarımadanın çevre bölgesinde oturanlarla sınırlı olduğu ortaya çıkar. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Homeros’un zamanında Yunanlı yerleşmeciler Anadolu’nun güney ve batı kıyılarından içerilere girememişler ya da Karadeniz’in dar kıyı şeridine takılıp kalmışlardır.O sırada Frigler, Lidler ve öteki kavimler iç bölgenin mirasçısı olmuşlardı.

Anadolu’nun ilk dönem tarihi üzerinde coğrafyanın karmaşık etkisini daha açık biçimde anlayabilmek için, önce İç Anadolu platosunun iklimine ve yaşama koşullarına bakalım. Bir kere, Tuz Gölü’nün çevresinde oldukça geniş bir alan aslında çöldür, daha büyük bir kısım ise bozkırdır. Burada koyunun keçinin otlayacağı kadar yeşillikten fazlası yetişmez. Havanın çok sıcak olmadığı yaz aylarında nehir vadileri dışında su kıttır. Kara kışın ayazı, kar havası köylünün yaşamını zorlaştırır...

Hititlerin, imparatorluğunun büyüklüğü ve gönenci konusunda kuşkuya yer bırakmayacak kanıtlarıyla bildiğimiz tek Tunç Çağı ulusunun, niçin yurt diye ve yönetim merkezi olarak Anadolu’nun çekiciliği olmayan bu bölgesini seçtiğini  anlamak kolay değildir. Hititlerin tarihinde ve sanatında görülen karakterinin kimi yönlerini, platonun süslü olmayan eril doğa görünümüyle içli dışlı olmaya, giderek böylesine çetin çevrenin kabul ettiği dünya zevklerinden el çekme anlayışına yorası geliyor insanın. Aynı ölçülerin günümüz Ankarası için geçerli olduğunu söylemek haksızlık olur. Bu kentteki hoş yaşam insan eliyle geliştirilmiştir.Ayrıca İstanbul’a ve deniz kıyısına kaçmak için işlek bir yolu vardır. Gene de Osmanlı döneminde Ankara’nın en çok bilinen siyasal sürgün yeri olduğunu kimse yadsıyamaz.

Şimdi tam karşıya, yarımadanın “iskele” ucuna dönelim. Güneybatısında derin girintili çıkıntılı kıyısı olan Ege’de dört büyük nehir vadisi vardır. Kaikos(Bakır Çayı), Hermos(Gediz Çayı), Kaystros(Küçük Menderes) ve Maiandros(Büyük Menderes). “Akarsu çağlayanlarıyla dolu, güleç bir ülke; bitek vadileri, dağlarını örten yüzyıllık ormanları, kıyıları olan bir ülke... Bu ülke bir zamanlar Yunanlıların oldu, burada kentler kurdular, tepelerini tapınaklarla taçlandırdılar, tez canlı mizaçlarıyla durmaksızın kentin havasına canlılık kazandırdılar.”(W.R.Ramsay) .

Herodotos, “bildiğimiz hiçbir ülkeye gökyüzü, mevsimler böylesine lütufkar olmamıştır” derken pek abartmıyordu. Çünkü, Ege kıyısında kışlar Yunanistan’da olduğundan ılık, yazları meltem orada olduğundan süreklidir, toprak daha verimlidir, ortalama 50 santim yağışla ürün alınır. Meyve boldur, özellikle incir için buradakinden uygun hava olmadığı söylenir. Zeytinlikler, bağlar ülkesidir; hızla akan nehirlerin yukarısındaki tepelerin yamaçları ormanlarla kaplıdır. Bu bölge düzlüklerin ve otlakların uzandığı platoya pek benzemez, platonun doğası da daha uzaktaki Doğu Anadolu Alplerinin doğasına benzemez.

Asıl plâto, yaklaşık olarak kuzeyden güneye Eskişehir, Afyon, Dinar  çizgisinde biter. Bu çizgiyle kıyı arasında verimli otlak ve ormanları olan artbölge vardır. Zamanında Yunan kentleri gemi yapımı içir keresteyi, bir çok işte kullanılan, adını Pergamon’dan(Bergama) alan parşömen için deriyi buradan sağlarlardı.Yarımadanın güney ve kuzey kıyıları farklı özellikler gösterir. Her iki kıyı da, Anadolu tarihinde küçük roller oyhnamıştır. Akdeniz’de bölge coğrafyasının değişik etkileri üç ayrı yörede sergileniyor. Bölgenin doğu ucunda Amanos ile Toros Dağları denizden uzaklaşarak yerlerini kıyıda “Cennet Nehirleri” Saros ile Pyramos’un ( Seyhan ile Ceyhan) bir uçtan öteki uca suladığı geniş alüvyonlu topraklara bırakırlar. Burası yaz aylarının nemli sıcağı, kış yağmurlarının bolluğuyla ünlü Çukurova’dır(Kilikia). Adana ovasında tarihöncesinin ilk dönemlerinde Neolitik Çağ’ın çifçileri yerleşmeye başlamı, böylelikle Suriye ve Anadolu platosundaki koşut gelişmelerle aralarında bir bağ kurmuşlardır. Her iki ülkeyle de kültürel bağları olan bu bölge, Tunç Çağı boyunca, Hurri soylularının elinde, “Kizzuvadna” adıyla Hitit İmparatorluğu’nun ayrılmaz parçası olmuştur. Torosların dirseğinde, dağların denizden yükseldiği yerde, Kilikia’dan ayrılan küçük kıyı ovasının adı Yunan-Roma çağında Pamphylia (Antalya) idi. Haritadaki görünüşünden buranın da nehirlerin getirdiği alüvyonlu topraklanrdan oluşmuş düz bir ova olacağını sanırsınız. Ama tam tersine, kumulların kesiştiği ve yer yer çalılıklarla örtülü, dalgalı bir arazidir burası.İklimi bile Adana ovasından farklıdır. Öyle görünüyor ki, ilk yşerleşmeciler Akdeniz’in bu kendine özgü köşesini atlayıp geçmişler, bölge, Yunanlılar gelip yoğun biçimde yerleşinceye değin, tarihte pek bilinmemiş (Çevirenin notu: Yazar, tarihöncesi dönemi dikkate almamıştır). Antalya’nın (ta Helenistik çağa kadar kent diye bir şey olmadı üzerinde) batısında belirgin bir bölge daha var: Lykia. Burası Hititlerin Lukka Toprakları dediği yer olmalı. Düzlüklerin aksine, yüksek dağların birbirini kestiği bölgede, dimdik uçurumlar doğrudan denize iniyor. Daracık geçitleri olan bu garip dağlık bölgenin içinde ve yüksek bölgelerde, dilleri başka dillere benzemez yerli bir halk otutururdu. Bu insanlar Tunç Çağı’nda başlayıp Hıristiyanlık döneminde de süren bir azimle kendi kültürel geleneklerini korumuşlardır.

Karadeniz kıyıları, batı ve güney kıyılarına pek benzemez. Kıyıya koşut (paralel) sıradağlar kıyıda dar bir şerit bırakıp yamaçlardan akan sellerle yarılır. Derin boğazlardan geçip kendine yol açarak platodan inen iki büyük nehir, Yeşilırmak ile Kızılırmak (İris ile Halys), iki yerde delta oluşturmuş. Kıyıların büyük kesimi sürekli esen rüzgarlarına açıktır. Yaz aylarında bile serin ve çoğu zaman yağmur getiren bu rüzgarlar ılıman bir iklim yaratır. İklim, buğdaydan çok , (Amerika anakarasından geleli beri) mısır üretimine, en çok da fındık yetiştirmeye uygundur. Yalnız Trabzon (Trapezus) yöresinin en doğusunda, Kafkasların başlıca kuzey rüzgarlarından koruduğu yörede Akdeniz iklimi egemendir. Bu yörenin denize bakan yamaçlarında açelya ormlanları, yarı torpik bitki örtüsü vardır. Pontos (Karadeniz) ve Paphlagonia (Kastamonu) kıyılarında Yunanlılar geç bir dönemde, gönülsüz, yerleşim bölgeleri kuruncaya değin, bu yörelerin yerli halkı hakkında çok az şey biliniyordu.

Kızılırmak Nehrinin (Halys) doğusuna doğru Erzincan  ve Malatya  yaylalarına yaklaşırken yükseklik artar. Plato ile yüksek yaylalar arasında kalan Kappadokia kalabalık bir bölge olarak burada yer alıyor. Kayseri (Caesarea Mazaca) sönmüş eski bir yanardağ olan Erciyes (Argaios) Dağı’nın görkemli silüetinin altındadır.

Yanardağdan kalan topraklar en çok bağcılığa elverişlidir; ayrıca bölgenin sahip olduğu geniş otlaklar, at yetiştirmedeki ünüyle tarihte yer almaktadır. Daha doğuya gidildiğinde, Fırat’ın düz kollarından daha ileride, platodan ve yarımadadan keskin biçimde farklılık gösteren Doğu Alpleri vardır. Selçuklu Türkleri 1071 yılında Bizans ordusunu bozguna uğrattığında, ilk olarak, Anadolu’nun bu yüksek doğu bölgelerini ele geçirmişti. Bu bölgede strajik merkez olan Erzurum, uzakta Van Gölü’nün yükselmiş suları bulunmaktadır. Türk sınırını İran Azerbaycanı ve Sovyet Rusya ile karşılaştığı yerde, Ağrı Dağı’nın ikiz tepeleri deniz yüzeyinden 5195 metreye yükselir.

Eski çağların Anadolu’yu oluşturan bu bölgeleri birbirine bağlayan büyük kervan yolları ülkeyi enine boyuna geçmiş, göçlerin ve ticaretin (tecimini) aktığı damarlar olmuş, devletlerin iletişim kanalllaarı haline gelmiştir. Bu yolların batıdaki durak yerleri değişiktir. Avrupa’dan geçişlerde İstanbul Boğazı ile Çanakkale Boğazı; Marmara’nın derin bir girinti yaptığı koyun sonunda, bir liman kenti Nikomedeia (İzmit); ya da Kyzikos (Bandırma) limanı. Bütün bu yönlerden gelişlerde alışılagelmiş yollar Dorylaion (Eskişehir) üzerinden platoya gidiyordu. Bugün de tren yolu, Birinci Haçlı Seferlerine gidenlerin geçtiği yolu izler. Başka bir seçenek de Ege kıyısındaki büyük liman kentlerinden yola çıkmaktır: Smyrna (İzmir), Ephesos (Efes), Miletos (Milet) ya da Genç Kyros’la ücretli Yunan askerleri gibi, Hermos vadisindeki Lydia başkenti Sardes’ten (Sart) yola çıkılabilir. Bu yerlerden çıkan yollar daha sonra yine ünlü olan ikinci bir yerden platoya girer: Kelainai’dır burası (sonraları Apameia, bugünkü Dinar), Perslerin Kral Yolu olan anayol, Sart’tan gelip kuzeydoğuya döner, Friglerin başkenti Gordion’da Sangarios’u (Sakarya) geçer. Ankara’dan sonra yol Halys’ü (Kızılırmak) geçip Hitit ülkesine girer ve Kayseri’den doğuya, Anti Toroslar’ın geçitlerinden Malatya’ya, Fırat’a gider. Kayseri’den sonra güneye doğru bir kol ayrılıp Bor’a (Tyana) uzanır ve burada Dinar’dan gelip doğuda platonun güney sınırın iuzleyen aşağı yolla karşılaşır.Daha sonra iki yol birleşip Torosların ünlü geçidi Kilikia Kapılarından (Gülek Boğazı) geçer. Adana’dan sonra kıyıyı izleyen daha sapa bir yoldan Suriye’ye ya da Amanos dağlarını aşıp Orta Fırat geçitlerine gidilir. Kayseri’den sonra da kuzeydoğu yönünde Sivas’a ve daha sonra da Erzurum’a giden eski bir ana yolvardır. İlkel araçların bıraktığı tekerlek izleri üzerinde günümüz motoru araçlarının da gittiği bu yol, Erzurum’da ünlü “Transit Yol”a bağlanır. Erken çağlarda Transit Yol, Tebriz’den gelen İranlı tecimenleri müthiş geçitlerden geçirip Karadeniz’e getirirdi. Ancak ikinci yollar da vardı; örneğin Trabzon’dan batıya giden zorlu kıyı yolu ya da gene kuzeydeki limanları içerilere bağlayan başka yollar. Bütün bu yollar, ilerdeki bölümlerde tecimsel ve askeri önemleri ortaya çıktıkça dikkatimizi üzerinde toplayacaktır.

Bugün, yarım yüzyıldır süren yol yapımlarından sonra Anadolu’nun çehresi geniş ölçüde değişmiştir. Bu değişiklik hem Türklerin hem de yaz aylarında yurt dışından gezemeye gelenlerin lehine olmuştur.

(S. Lloyd,Türkiye’nin Tarihi, TÜBİTAK Y s: 4-9)

          Hitit adı, Tevrat’ta geçiyor. 19. yüzyılın tarihçileri bu adı önce Tevrat’ın dışında, yeni bilgiler edinmeye başladıkları Suriye ve Küçük Asya’da İsa’dan önce yaşamış bir insan topluluğu için serbestçe kullanmaya başladılar. Eski Ahit’te Hititlerle ilgili en eski sözlerden, İbrani yazarlarının bu halkı Resuller döneminde Doğu Akdenizde oturan topluluklardan biri saydıkları anlaşılmaktadır.

Ancak Kutsal Kitap’ta, daha sonra krallık döneminde Kral Hazreti Süleyman’ ın Hititli eşlerinden, iki kez de savaş arabaları ve atları olan “Hitit Kralları’ndan söz edilir. Bu nedenle 1860'larda Hama ve Halep gibi Suriye kentlerinde Mısır Hiyeroglifleriyle yatkınlığı olmayan resim-yazıların yontulduğu bazalt plakalar bulununca, bilim adamları bunları “Hitit” eserleri diye nitelemekte haklı çıktıklarını düşünüyorlardı. Ardından Toros Dağları’nın kuzeyinde İvriz gibi uzak bir yerde kayalara yontulmuş benzer yazıtların haberleri gelince, Hititlerden kalan eserler Anadolu platosunda da aranmaya başladı.

      O sırada bu gizemli halkın tarihiyle ilgili iki yeni kaynak daha bilgi vermeye başlamıştı: Birincisi, çözümlenen Mısır hiyeroglifleri, ikincisi, Mezopotamya çivi yazıları. Bu ulusun İbrani dilindeki adının öbür dillerde de aynı biçimde söylenmesi beklenmiyordu; ama Mısır metinlerinde geçen “Kheta” nın, Asur metinlerinde geçen “Hatti” nin Hitit olduğu açıkça belli oluyordu. Her iki dilde de, bu adların da geçtiği tarihsel olaylar söz konusu devletin ya da ülkenin Ortadoğu’da cok erken dönemden beri siyasal bir konuma sahip olduğunu göstermekteydi. Mısır kayıtları Kheta ordularının ta 3. Tuthmosis baştayken (İÖ 1504-1450) Mısır ordusuyla karşılaştığını, 200 yıl sonra, 13. yüzyılda bir Kheta kralının 2. Rames’le antlaşma yaptığını anlatmaktadır. Akhenaten (İÖ 1379-1362) ve 3. Amenophis (İÖ 1417-1379) zamanında çivi yazısıyla yazılmış ünlü  Amarna Mektupları 'ndan birini Firavuna, devleti Küçük Asya’da bir yerde olduğu anlaşılan “Hatti Kralı” Şuppiluliuma yollamıştı. Gene 11. yüzyıl ve daha sonraki Asur kayıtlarında “Hatti Ülkesi”nin Suriye olduğu açıktı. Bütün bu bilgiler, coğrafi açıdan bakıldığında, aklı karıştıracak nitelikteydi. Ancak bu yüzyılın başında yapılan yeni arkeolojik buluşlar sorunu tümüyle çözecekti.

“Hitit” yazıtlarının ve çoğu kez onlara eşlik eden kabartmalar türünden eserlerin aranması, çok yıllar önce, Kızılırmak yayının içinde kalan koca Boğazköy öreniyle onun yakınında yer alan Yazılıkaya’nın açık hava tapınağındaki sıra sıra yüksek  kaya kabartmalarının bulunmasına yol açmıştı. 1906 yılında Büyükkale adıyla bilinen yüksek kalede Alman kazıları başladı ve çok geçmeden çivi yazılı tabletlerden oluşan büyük bir arşiv günışığına çıkarıldı.. Yazıların içeriğinden Amarna mektuplarında sözü edilen “Hatti Ülkesi”nin başkenti Hattuşaş’ın burası olduğu anlaşıldı. Bulunan ilk tabletler arasında yukarıda sözü edilen 2. Ramses’le “Büyük Kheta” arasındaki anlaşmanın “Hatti” dilinde yazılmış metni de vardı. Arşiv artık tümüyle çözümlenip incelendiğinde, tarihsel olayların düzeni de en sonunda açıklığa kavuşmuş oldu.

İÖ 1700'lerden başlayarak beş yüz yıldan beri, yöneticileri Hint-Avrupa kökenli olan bir devlet, İç Anadolu’nun gitgide daha büyük bir kesimini ele geçiriyor, daha güneydeki bölgeler için  de Mısırlılarla ve Asurlularla çarpışıyordu. Mezopotamya dillerinde devletin adı “Hatti” idi; çünkü İÖ üçüncü bin yıldan beri Anadolu’nun yerli halkına verilmiş olan ad buydu. İÖ yaklaşık 1400'lerden kalma bir Asur metninde, metnin yazılış tarihinden yaklaşık bin yıl önce yaşamış Akad hükümdarlarının işleri anlatılmakta, Anadolu’nun güneylerinde bir yerlerde Naram-Sin’in bir “Hatti” hükümdarıyla savaştığından söz edilmektedir. Şimdi bu ülkenin yeni halkı, yurtlarını işgal ettikleri “Hattiler”le karışmasın diye, Tevrat’ta geçen şu eski “Hititler” sözcüğüyle adlandırılıyor. İÖ 1200'lerde Hitit tarihinin akışı aniden kesilivermiş, bugün pek anlaşılamayan nedenlerden ötürü, batı Anadolu’da çıkan bir etnik kargaşayla platodaki yurtlarından sürülüp atılmışlar. Ama sonraları, onuncu yüzyıl ile yedinci yüzyıl arasında, Toros Dağları’ndan ve Suriye'nin kuzeyinde bulunan küçük kent devletlerinin yarı sakinleri olarak bir kez daha ortaya çıkmışlardır. Değişken olarak “Geç Hititler” ya da “Suriye Hititleri” dönemi denen bu dönem Filistin’deki İbrani Krallığı zamanına rastlar.

  Diller

     Açıklığa kavuşturulması gereken ikinci soru diller üzerinedir. İÖ üçüncü binin sonlarında, Hint -Avrupalı kavimlerin gelmesinden önce,Anadolu’da Hatti diyebileceğimiz bir dilin lehçeleri konuşuluyordu; ama yazı hiç bilinmiyordu. O sırada Ortadoğu’nun başka yerlerinde kullanılan en yaygın yazı türü, kil üzerine çıkarılan çivi biçimleriyle yazılan çivi yazısıydı. Bu yazı Mezopotamya’ya özgü Akad dilinin ticarette ve diplomaside lingua franca olmasını sağlamıştı. Yukarıda gördüğümüz gibi, yazının Anadolu’ya ilk girişi, Kaniş’te ve başka yerlerde tecim yerleşmeleri kuran Asurlu tecimenlerle olmuştu. Birbirini izleyen dalgalar halinde Anadolu’ya göç eden Hint-Avrupalı kavimler tümüyle değişik nitelikte diller konuşuyordu. İlk gelenler ülkenin güneybatısına Luvice konuşuyordu. Sonradan Paphlagonia adını alan kuzey bölgelerde Palaca konuşuluyordu. Ancak Kızılırmak Nehri’nin geçtiği topraklarda ve Kappadokia’da konuşulan üçüncü bir dil vardı ki, bu hepsinden önemliydi. Konuşanlar bu dile, iyice anlaşılamayan nedenlerle, Neşa’ca diyorlardı. Bu dil bugün bildiğimiz Hititçe’dir ve daha başlarda Hitit başkenti Hattuşaş’taki çivi yazısı arşivlerdeki Akadça metinlerin yerini almıştır. Bunlara ek olarak, ilk gezginlerin “Hitit Hiyeroglifleri” diye sözünü ettiği resim-yazılı yazıtlar gerçekte bir Luvi yazısıdır; sonradan bunu Demir Çağı’nın Geç Hititleri benimsemiştir.

          Hitit halkı ve dilinin tanıtımıyla ilgili bu girişten sonra, onların nasıl ünlendiklerini artık güvenle anlatabiliriz.

       İÖ 2000'den bir süre önce başlayıp Hititleri Orta Anadolu’ya getiren kavimler hareketi üzerine çok şeyler söylenmiş, çok tartışmalar yapılmıştır. Ama artık bunların, Karadeniz’in batı ucundan güneye doğru ilerleyip İstanbul Boğazından geçerek Anadolu’ya girdikleri konusunda çok az kuşku duyuluyor.(Çevirenin notu: Hititlerin Anadoluya nereden geldiklerini bilmediklerine yukarıda değinilmişti). Bu giriş, geride viraneler bırakan bir fetih hareketi değil, askeri yeteneği ve diplomatik zekası üstün bir kavmin adım adım Anadolu toplumunun içine sızmasıdır. Bu gelişmeyi daha açık bir biçimde görebilmek için Hititlerin ilişki kurdukları Hatti halkı ve yöneticileri hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak gerekir. Ne yazık ki ilk çivi yazıları konuya ilişkin pek az ipucu veriyor. Örneğin Kaniş’teki Asurlu tecimenlerin arşivlerinde doğrudan tecim işleri ve alışveriş dışında herkesi ilgilendiren konulardan çok az söz edilir. Bununla birlikte,İÖ 1870'ten başlaarak Kaniş’ten başka kentlerin kralları olan ya da en azından makam sahibi yöre yöneticilerinin oturduğu sarayları bulunan kentlerin adını görmeye başlarız. Bunlardan birinin kraliçesi vardır; Buruşattum (Buruşanda ) adında bir başka kent de “Büyük Kral” sanıyla yüceltilen yöneticisi nedeniyle öteki kentler arasında sivrilir. Bu kentin kimliği hemen hemen kesinlikle belli olmuştur: Burası Tuz Gölü’nün güneyindeki Acemhöyük ’tür. Acemhöyük kısmen kazılmış, saray kalıntıları açığa çıkarılmıştır.

   Kaniş  tabletlerinde geçen özel kişilerin adları-tarihin yazılmasında- daha çok yardımcı olur. Mezopotamyalı tecimenler yerli halkla yalnız işleri gereği yakın ilişki içinde değildi: Belli ki aralarında, yerlilerle evlenenler çoktu. Sonuçta, tabletlerde onların adı da sık sık geçmektedir ve dilbilim yoluyla bu adlardan öğrenilecek şeyler vardır. Bu kişilerin çoğu Anadolu’nun yerli ailelerdindendir; ama değişik Hint-Avrupalı adlardan da çok vardır. Konumuz için bu özellikle öneldiri. Bu adlar içinde Luvi ve Neşa dilinin özellikleri ayrıt edilebilmektedir. Neşa dilinin kesin olarak Hitit dili olduğu söyelenibldiğine göre nüfusun daha o zaman karışık ırklardan oluştuğu, kimilerinin düşündüğü gibi, nüfus içinde çoğunliuğu sağlayan Hititlerin sonradan kendi devletlerini kurup pekiştirdiği sonucunu çıkarabiliriz.

(S. Lloyd,Türkiye’nin Tarihi, TÜBİTAK, s: 25-30)

      Hitit Krallığının kuruluşundan geriye doğru gidildiğinde, çok yıllar önce Kaniş’te(Kültepe ) kazılarında ortaya çıkarılan Asur yerleşmesi ilk önemli buluştur. Bu yerleşmenin kurgusunda, ön sırada Asurlu tecimenlerin evleri var; ama alçak gönüllü yeterli konutlar, çatmaları ağaçtan, tuğla örmeli, çoğu iki katlı evler... Resmin her yerinde iş kaydı tutmanın önemi belli edilmiştir. Kil tabletlerin sertleşmesini sağlayan fırınlar avluda çok yer tutmuş. Bu tabletler ya raflara istif edilir ya da toprak küplerde saklanırdı. Kentin dış mahallesini oluşturan bu evlerin çevresini kuşatan kendi duvarları vardı; kapısında zorlu bir yolculuk sonunda Mezopotamya’dan dönen ya da oraya gitmek üzere ayrılan tüccar eşyası yüklenmiş “karakaçan” kervanları geçmektedir. Arka planda kuleli duvarlarla çevrili asıl kentin görkemli kapısına doğru bir yol dönerek tırmanmaktadır: Çünkü her malın “sarayda” denetlenmesi ve yörenin yöneticisine ondalık ödenmesi gerekmektedir. Eski yerleşim katlarının oluşturduğu höyüğün üzerinde yükselen Kaniş, arkasındaki başı karlı Argaios (Erciyes) Dağıyla etkileyici bir silüet vermektedir. Yöre yönetimi konaklarda otururdu.İÖ 2300'de Eski Tunç Çağı sarayında, bin yıl sonrasının Miken saraylarında olduğu gibi dört sağlam ağaç sütunu ve büyük yuvarlak ocağı olan bir megaron yapı çevresinde evleri olurdu.). Geride bıraktıkları eşyaya bakınca (zarif toprak kaplar ve üç boyutlu ya da çizgiyle yapılmış süsler) Orta Tunç Çağı’nda yaşayan Kanişlilerin beğenilerinin, tıpkı kentin altındaki mahallede yaşayan yabancı konuklar gibi gelşimiş olduğu anlaşılır. Okuma yazma bilememelir ise bu nitelikleriyle tuhaf bir çelişki sergiler. Bu konulara ileriki bölümlerde daha fazla değneceğiz.

       Üzerinde duracağımız ikinci  resmi, Türk kazıcılarının, bu kez Boğazköy yakınında Alacahöyük'teki çalışmalarına borçluyuz. Alaca’da Hitit kentinin temelleri altında yapılan açma, önceleri sırdan bir işti. Ancak açmanın yapılacağı yerin seçiminde talihin yardımı olmuştu; çünkü 1935 yılının  kazı mevsiminde Eski Tunç Çağı mezarlığı ortaya çıkarıldı. Açılan 13 mezarda yerel yöneticilerle alilelerinin yattığı belliydi. Kaba taş duvarla çevrilmiş dikdörtgen mezar çukurlarının çatısı ağaç gövdeledriyle örtülüydü. Madeni kısımları ve süslemeleri günümüze değin gelmişti; ağaç eşya için mezarda yer bırakılmış, ölü zengin kişisel eşyasıyla gömülmüştü. Erkeklerin yanında silahlar, kadınların yanında süs eşyası, ayırca evde kullanılan kaplar, birçoğu değerli madenlerden yapılmış aletler vardı.Başka birtakım nesnelerin de gömme töreniyle ilgili olduğu anlaşılıyor. Bunların bir kısmının kurgusu yeniden yapılagelmiştir. Mezarlığın birkaç kuşak boyunca kullanlıdığı açıkça görülüyor.”Alem” denen, mezar eşyası arasında sıkça çıkan madenden garip ızgaralar ve hayvan heykelcikleri, burada, mezar örtülmeden önce üzerindeki katafalkın ya da geçici tentenin tepesini süsleyen nesneler olarak kabul edilmiştir. Mezarların üzerine konmuş kurbanlık sığır başları ve tırnakları gömme töreninde şölen yapıldığını akla getirmektedir.

       Alacahöyük  bulunduğunda Anadolu’nun erken döneminde yaşamın nasıl olduğu pek bilinmiyordu. Gerçe başka yerlerde yapılan kazılar, İÖ üçüncü bin yılın büyük bölümünde tarımla uğraşan bir boyun, barış içinde, platonun yüksek kesimlerindeki topraklarda ekmi yaptığını göstermişti. O zamana değin varlıklarından başka hakkında çok şey bilmediğimiz bu halkın özellikleri ya da ırksal kimlikleri, çoğu köy topluluklarını akla getiren küçük ev araçlarından arta kalmış sınırlı kanıtlara dayanıyordu. Alacahöyük’ün bulunması bütün bunları değiştirdi. Mezarlardan çıkanlar yaklaşık olarak İÖ yirmi üçüncü yüzyılla tarihleniyordu; bu da onların Schliemann’ın ünlü hazinelerini bulduğu Troia’nın ikinci katıyla çağdaş olduğunu gösteriyordu. Kısa sürede Anadolu’nun başka bölgelerinde de ayını döneme ait karşılaştırılabilir buluntuların çıkmasıyla, ülkenin yönetici sınıflarının zenginliğini ve yaşam düzeylerini gösteren maddi kalıntılar çoğalarak esalı bir yığğın oluşturmaya başladı. Bütün kaynaklardan toplanan eşyanın dökümüne gidildiğinde, bunları yapanların özelikle maden çıkarmada, işlemede, madenden eşya yapmada çok usta oldukları görülüyordu. Örneğin, Eski Tunç Çağının ikinci yarısında madene eşya yapan ustalar cire-perdue yöntemiyle kalıba dökmeyi, maden kaplamayı, kaynak ve lehimi, çekiçle işlemeyi ve döverek şekillendirmeyi, tanelendirmeyi, telkari işlemeyi, hatta mine işlerini bile biliyorlardı. Ortaya çıkan nesneler arasında, ustaların kullandığı anlaşılan yarı değerli taşlar ve lüks gereçler görme de pek şaşırtıcıdır. Bunlardan kaya kristali (kuartz), akik, yeşim, obsidyen ve lüle taşını kendi ülkelirinde elde edebiliyorlardı. Fildişi, kehribar, lacivert taşı ve firuze taşını ise dış ülkelerden ticaret yoluyla sağlıyorlardı.

    Alacahöyük’teki keşiflerden üç yıl sonra, bir İngiliz arkeoloji ekibi, alt yüz yıl kilometre güneyde, Adana ovasının en batı ucunda, Mersin  kentinin varoşlarında görece küçük bir höyükte kazılar başlamıştı. Burada karşılarına Tunç Çağı’ndan önce gelen Kalkolitik Çağ’dan kalma bir köy yerleşmesi çıktı. Ekip, yaklaşık olarak İÖ 4500'le tarihlenen bir katmanda çok çarpıcı bir keşifte bulundu. Bu tarihte höyüğün tepesi düzlenmiş ve bütün yerleşme, kolaylıkla tanınabilecek askeri bir kale şeklinde dizgeli olarak yeniden kurulmuştu. Bu yapılaşma mimarlım tarihinde kendi türünü en eski örneğiydi. Dar pencereler ve kuleli bir kapısı olan kalın çevre duvarlarının içinde, muhfızların kalacağı yerler, standart birimler olarak düzenlenmişti. Hepsinde iyi donatılmış bir oturma alanı ve küçük bir avlu vardı. Avludaki ‘sapan taşları’ savunmacıların cephanesiydi. “Komutan”ın kaldığı yerler daha genişti ve içlerindeki birkaç güzel boyalı toprak kapla diğerlerinden ayrıcalıklıydı.

Mersin ’deki küçük kalenin altındaki kazı, tabaka tabaka ilerledikçe, gün ışığına çıkarılan çanak çömleğin biçimi ve bezemesi de gittikçe kabalaşıyordu. Artık madenin izine raslanmıyor, buna karşılık çakmaktaşı yongaları ya da obsidyen aletler çoğalıyordu. Açma, belirgin bir biçimde Yeni Taş Çağı yerleşmesinin üst düzeylerine varıyordu; ama alan öylesine küçülmüştü ki, yerleşmenin çağındaki durumu açık olarak görülemiyordu. Bu düş kırıklığı, arkeoljik çalışmaya daha elverişli durumda olan Neolitik bir yerleşmenin yirmi yıl sonra bulunmasına değin sürecekti. “Verimli Hilal” denen toprakların çevresinde değil, İç Anadolu’daki Konya Ovası’ndaydı bu yerleşme: Çatalhöyük

Böylece dördüncü ve sonuncu sahneye geldik. Bu sahne, bilim adamlarının bugün uygarlık dedikleri yolda ilerleyen Anadolu halklarının birbiri ardına geçtikleri aşamaları temsil ettiği için seçilmiştir. Artık bilgimizin ufukları genişleyip zaman içinde belki de İÖ 6000'e değin gelmiştir, ama karşılarında ilkel, gelişmemiş yaşam biçimi görmeyi umanlar yanılacaktır. 1961 yılında İngiliz arkelologlar Çatalhöyük denen yerle uğraşmaya başladılar. Bu höyüğü seçmelerinin nedeni, on beş metre yüksekliğinin tümünün, Yeni Taş Çağında (Neolitik) uzun süreli bir yerleşimler dizisini temsil ettiğini düşünmeleriydi. Bu düşünce doğru çıktı; ama yüksekliğin yanında tepenin kapladığı alanın ne anlama geldiğini iyice kavrayamamışlardı. Burası köy değildi; yaklaşık 140 dönümlük beldeydi. Beldede evler kesme kerpiçten yapılmış, arı kovanında olduğu gibi, göz göz birbirine yapışmıştı. Her birinde bir kaç dikdörtgen oda bulunan evlere ancak tahta merdivenle düz damdan iniliyordu. Doğal olarak damdan dama geçiliyor, damlar beldede oturanların toplumsal yaşam alanları oluyordu. Evlerin birçok garip yanı vardı. Bunların kimilerinin kutsal tapınma yerleri olduğu görülmektedir.: erkek hayvan başı ya da boynuzları ya da bunların yapay benzerleriyle özenle süslenmişlerdi. Duvarlara renkli resimler yapılmış, sıvandıktan sonra da tekrar tekrar boyanmıştı. Resimlerdeki desenler Eski Taş Çağı’nın (Paleolitik) mağara resimlerine çok benziyordu. Bu resimler, erken dönem insanının etkinlikleri, görünüşü ve giysisi, hatta dini konusunda doğal olarak çok önemli bilgi kaynağıdır; ancak sanatı, becerileri konusunda da elimizde çok kanıt vardır: Taştan yontulmuş ya da kilden küçük insan ve hayvan heykelcikleri; alet yapımında, kimi zaman da nitelikli oyma süs eşyası yapımında kullanılan kemikler; aralarında cilalı taştan topuzların, okların ve geçmeli obsidyen başı olan mızrakların bulunduğu silahlar. Sepet ve hasırdan kalan izler bulunmuştur. Eğirme, dokuma aletleri yaygındır; mucize eseri, gerçek dokuma parçası elimize geçmiş ve korunmuş durumdadır. Akdeniz’den gelmiş deniz kabukları, bölgede çıkmayan maden filizleri ve boyalar geniş çaplı bir tecimin (ticaretin) varlığını göstermektedir. Süslemesiz toprak kaplar yerleşmenin tarihi boyunca kullanılmıştır. Bunların biçimi, elimize bozulmadan ulaşmış ağaç kap örneklerinin benzeridir.

     Bulunan tahıl yığınlarına bakıldığında tarımın, Çatalhöyük’ te ekonominin temelini oyluşturduğu açıkça görülmetedir. Yerleşmenin, düzenli aralıklarla taşan bir nehrin kıyısında kurulmuş olması, sulu tarımın yapılabilirliğini akla getiriyor. Hayvan evcilleşirildiğine dair belirgin bir kanıt yok; ama yaban sığırı, geyik, yaban domuzu kemikleri, duvar resimlerindenedinilen izlenimi onaylıyor; avcılık hala temel uğraş olsa gerek. Bir genelleme yapacak olursak, erken gelişme gösteren bu kültürün kökeninin Türkiye’den başka hiçbir yerde olduğunu gösteren bir belirti yoktur.

   Çatalhöyük ’te yapılan bu anıtsal kazının özellikle önemli olan yanı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Eski Taş Çağı’nın (Paleolitik) mağara adamının toplayıcı ekonomiden yakın bir zamanda yerleşik düzene ve yarı tarım ekonomisine geçişi, bu kızıyla gözler önüne serilmektedir. Burada insanlar, evlerinin duvarlarını mağaradaki atlaranınıb yaptığı resimleri andıran çizimlerle süslemektedir. Bununla birlikte başka bakımlardan yaşam biçimkleri hızla şaşırtıcı kültürel inceliğe erişmiştir. Erken gelişmiş olmaları, sonunda zamanından önce olgunluğua erişmelerinin nedeni olabilir Çünkü tarihöncesine ilişkin bilgilerimize göre, bu kültürün devamı olmamış, Çatalhöyük’teki yerleşme terkedildikten sonra Neolitik kültür geçici olarak gerilemiştir.[ Çeviren notu: Yeni kazılarla durumun böyle olmadığı görülmüştür).

     Çatalhöyük, tarihöncesi arkeolojisinin Anadolu’da gerçekleştirdiği başarıları örneklemek için seçmiş olduğumuz dört temsili buluşun sonuncusudur. Bu kazılardan çıkarılan sonuçlar, göze daha az çarpan başka kazılardan ve birçok değişik çevre araştırmasından elde edilen sonuçlarla, ayrıca sayısız arkeoloji yayınında yapılan hareketli tartışmalarla, elbette ki, desteklenmiş, zenginleştiriylmiştir. Gene de bilgi alanlarımız hala birbirinden çok uzak ve aralarındaki bağlar da gevşektir. Ama öyle zamanlar olur ki, bir duvar resminin kabaca çizilmiş taslağı içine seyrek aralıklarla yerleştiriylmiş gibi görünen bu alanlar, kompozisyon şimdi yeni yeni belirmeye başlayınca, bitmiş resim parçaları gibi, umulmadık biçimde ortayla çıkar.

     (S. Lloyd,Türkiye’nin Tarihi, s:18-24 )

          Hitit Uygarlığında Madencilik: Kılıçlar... Heykelcikler

            Hitit İmparatorluğu coğrafyasının şaşırtıcı yönlerinden biri, Hitit Başkentinin (Boğazköy yani Hattuşaş) İç Anadolu’nun kuzeyindeki konumudur. Yapılan kazılar sonucunda, güneyde Kargamış, Halep ve Alalakh gibi savaşçı bölgelerde imparatorluğun politik ve ekonomik açıdan ilgi alanlarını yansıtan çok sayıda belge elde edilmiştir.Hititler, imparatordluğu, zaman zaman politik sorunlara sahne olan kuzeydeki dağlık bölgeden yönetmişlerdi. Mısır’a karşı tutarsız bir sadakat içinde olan güney Suriye-Anadolu bölgesine güçlü askeri akınlar yapılmaktaydı. Mısır ve Hitit arasında büyük çekişmeye neden olan bir başka önemli konu da, zengin mineral kaynakları ve madencilik teknolojisiydi. Toros ve Amanos bölgelerinde yakın zamanda yapılan arkeometalurjik çalışmalar, bu servetin varlığını ortaya koymuştur. Aynı durum, İç Anadolu’nun kuzeyinde kolaylıkla erişilebilir mineral kaynakları barındıran Karadeniz Dağları için de geçerlidir. Sonuç olarak, Hitit İmparatorluğu’nun merkeziyle, kaynakları bakımından zengin olan sınır bölgeleri arasında fazlasıyla karmaşık ilişkiler doğmuştu.

            Şehirlerin, Hattuşaş gibi imparatorluk merkezlerinden talepleri, maden imalatını etkilemiştir. Dağlık bölgelerdeki mineral kaynaklarına ulaşan geçitlerin kontrolünün, İÖ ikinci ve üçüncü bin yıllarda düzlükte bulunan orduların askeri müdahalesi ile sağlanabildiği sanılmaktadır. Dağlık bölgelerdeki endüstrinin arkeolojik tarihi henüz yeni anlaşıldığından, işgalin büyüklüğü pek bilinmemektedir.

       Hattuşaş’taki kazılar,  Hititlerin önemli ölçüde mühendislik becerileri ve farklı örgütlenme stratejileri olduğunu ortaya koyuyor. Hititler, bu inşaat teknolojileriyle, imparatorluklarının dağlık alanlarında da bütünlük sağlayabilmişlerdir. Hititler, İÖ sekizinci bin yıldan itibaren Anadolu’da eşsiz bir gelişme gösteren maden teknolojisinin de mirasçıları olmuşlardır.Boğazköy’e yakın Sungurlu bölgesi, zirai açıdan verimli olmasının yanısıra maden, mineral ve orman bakımından da zengin bir çevreye sahiptir. Kuzeyde Karadeniz dağları ve güneyde toros çevresi de oldukça verilmelidir. Bu yüzden, Hitit endüstrisi demir yataklarına, ormanlara kolaylıkla ulaşabilmesi açısından düzlükteki devletlere göre stratejik avantaja sahipti. Güneyde bulunan Kizzuwatna, tarhuntassa, “Gümüş Dağı” Toroslar ve Amanos bölgeleri çok kısa sürede devlete katılmıştı. Bu kaynakların kullanımı konusunda öncelik hakkı isteyen Hititlerde, imparatorluğun mali zorluk içinde olduğu zamanlarda güvence sağlayan bir ekonomik risk stratejisi vardı.

      Sonuç olarak, kaynak alanları ile takas ağının kurulması, Hititlerin parlak dönemlerinin öncesine rastlamaktadır. Bu takas ağı, Hitit döneminde de güçlenmiş ya da en azından durumunun korumuştur.

Hitit Madenciliğine İlişikin bazı Görüşler

( Bilim ve Teknik, 335. sayı, s: 12...)   

****

Kaniş (Neşa) Buluntuları: Hattilerden Hititlere

       Yabancıların ülkeye girmesinin, sonunuda bir tür siyasal ayaklanmaya yol açtığı belli oluyor; çünkü Kaniş yerleşmesi iki kez yanıp yıkılmıştır. İÖ 1740'lardaki ikinci yangın felaketinden sonra burası bir tüccar istasyonu olarak bir daha hiç kendine gelememiştir.

Bu yerleşmenin son evresinde, Asurca belgelerin sağladığı kanıtları yazılı yeni kaynaklar tamamlamaktadır: Kültepe’nin dışında benzer yerleşmelerin kurulduğu Boğazköy  ile Alişar  gibi tarihsel yerlerden de tabletler çıkıyor.  Acemhöyük ’ten çıkan yazıtlarda Asur kralı 1. Şamşi Adad’'ın adı geçiyordu. Ama Kaniş höyüğünden çıkan metinler de bunlar kadar önemlidir. Bu höyük, Hatti kentinin kalıntılarından oluşmuştur ve altında yerli yöneticilerin yıkılmış sarayları vardır. Bu yazılar, çok sonraları Hitit arşivlerinde yeniden kopya edilip saklanmış olan bir metne yeni ışık tutmaya da yaramıştır. Metin, Hatti kralları Pithanas ve oğlu Anittas’la ilgili olup acıkça Hitit Krallığının kurulmasından önceki olaylardan söz etmektedir.

            Anittas’ın yazdırdığı düşünülen metinde, onun Kussara  adlı bir kenti  yönettiğinden söz edilmekte, ele geçirdiği komşu kentlerin bir listesi verilmektedir. Bu listenin ilginç noktası, listede, bugün Kaniş ’le aynı kent olduğu bilinen Neşa ’nın da adının geçmesidir. Anittas zamanında Hititlerin, güçlerini Kaniş üzerinde toplamış olduğunu gösteren belirtiler var. Öyle anlaşılıyor ki, Anittas ele geçirdiği kente özellikle acımasız davranmamış, belki de nüfusu oluşturan bu yeni, bu güçlü ögeyle kurulacak iyi ilişkinin sağlayacağı kazançları göz önünde bulundurmuştur. Anittas daha da ileri giderek başkenti Kussara’dan Kaniş’e taşımış, kenti yeniden tahkim etmişti. Belki sonradan Hattuşaş’ı yıkıp yağmaladığı zaman da Hititler savaş arabalarıyla atlarının yardımını görmüş olabilir. Anittas, fetihlerini Buruşanda’yı denetim altına alarak tamamladı ve böylece “Büyük Kral” ünvanını aldı.

       1955 yılında Kaniş  höyüğündeki saray yıkıntıları arasında önemli bir belge bulundu. Bu, komşu Mama kentinin yöneticisi Anum-Hirbi’nin Kaniş kralı Varsama’ya yolladığı mektuptu. Mektupta Anum-Hirbi çevresindeki yöneticilerden gördüğü düşmanlıklardan yakınıyor ve Varsama’ya anlaşma öneriyordu. Mektup, Kaniş’in yıkılışından ve Asur yerleşiminin ortadan kalkışından hemen önceki yıllardan kalmadır. Siyasal durumdaki istikrarsızlığın ve askeri güç kullanma tehdidinin mektuba yansıdığı görülüyor. Bütün bunlar, kurulmakta olan bir Hitit yönetiminin habercileridir.

Hattilerin siyasal tarihi üzerine bilinenlerin hepsi bu. Arkeolojinin sağladığı kanıtlardan, Hattilerin yaşam biçiminin Hitit uygarlığının temel öğelerinden biri olduğu sonucuna varılabilmiştir. Hattilerin dinsel simgelerle dile getirdiği düşünceler, Hitit sanatını kuşkusuz güçlü bir biçimde etkilemiştir.

Şimdi İÖ 1650'lerden başlayan beş yüz yıllık süre içinde, Anadolu’nun bilinen tarihinin çoğunlukla Hitit devletinin tarihi olduğunu göreceğiz. Bu tarihin dayandığı belgelerde kralların , şu ya da bu nedenle, komşu devletlerle belli aralıklarla ilişkide olduklarından sık sık söz edilir. Ama topografya öylesine belirsiz, yer adlarını tanımak öylesine güçtür ki, göreli konumları üzerinde genel bir anlaşma bile yoktur; bu ülkelerin sınırlarının saptanması neredeyse olanaksızdır. Yunanlılar gelinceye değin, Hititlerin varlığından habersiz olduğu öteki ülke kesimlerinin tarihi olmamıştır.

Bugün bilinen Hitit tarihi iki döneme ayrılagelmiştir: Eski Krallık Dönemi (yaklaşık İÖ 1700-1500) ve İmparatorluk Dönemi (yaklaşık İÖ 1400-1200)... “Telipinu” adındaki kral( Eski Krallığın belki son kralı), devletin kuruluşuyla ilgili iradesinde ilk krallar zamanındaki gönenç ile kendisinin başa geçtiği sırada devletin içinde bulundduğu gerilemeyi karşılaştırmaktadırlar.Aşağıdaki alıntı metnin sıkça başvurulan çevirisidir:

“Eskiden Labarna, Büyük Kraldı; o zaman oğulları, kardeşleri, hısım akrabası ev askerleri birlik oldular. Ülke küçüktü; ama savaşa gittiğinde, düşman topraklarını geceleyin ele geçiriyordu. Ülkeleri yıkıp güçsüz bıraktı ve denizleri onlara hudut yaptı. Çarpışmadan döndüğünde, oğullarının her biri ülkenin bir kesimine, Hupisna’ya, Tuvanuva’ya, Ninassa’ya, Landa’ya Zallara’ya, Parsuhanda’ya, Lusna’ya gitti. Kendisi ise bütün ülkeyi yönetti, büyük kentler sımsıkı onun elinin altındaydı. Sonrra Hatttuşili kral oldu. ”

Bu yazıttan Labarna’nın Hitit Krallarının ilki olduğu sonucunu çıkaracak olursak, çok yakın zamanlarda bulunmuş bir yazıtla bu görüş desteklenmektedir: Labarna ile karısı Tavannanna’nın adı daha sonraki kral ve kraliçelerin sanı olmuştur. Bunun kanıtı yukarda sözü edilen metinlerin ikincisinde bulunmamtadır. Bu kez metin iki dilli bir yazıttır: Hititçe-Akadça metinde I. Labarna’dan sonra başa geçen Hattuşili’nin vasiyeti yazılmıştır. Burada Hattuşili kendinden “Hattuşaş’ın Büyük Kralı, Kussaralı Labarna Hattuşili” diye söz etmektedir. Bundan, Kussara’yı bırakıp Kaniş’i başkent seçen Anittas’ın uzun zaman önce yıktığı eski Hatti kenti Hattuşaş’ı başkent yapanın Hattuşili olduğu anlaşılmaktadır. Bu koşullarda Hittilerin kendi dillerine neden Neşaca dediklerini anlamakta güçlük çekiyoruz.

( S. Lloyd,Türkiye’nin Tarihi, TÜBİTAK s: 30-32 )

   Telipinu’nun ele geçirdiği kentlerden bazılarının adı bugün kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde tanınıyor. Hupisna Yunan-Roma Çağının Kybistra’sıdır; Tuvanuva bugün Bor yakınında Yunan Roma çağının Tyana’sıdır; Landa ya da Yunan-Roma çağının Laranda’sı (bugünkü Karaman), Lusna Aziz pavlos’un yolculuklarındaki Lystra’dır. Coğrafi bakımdan, bu yerlerin Halys Nehrinin (Kızılırmak) güneyindeki alanda toplandıkları ve Konya ovasından doğuya Toroslara doğru uzandıkları görülüyor.Daha sonra burası Hititlerin Aşağı Ülke diye bildikleri bölge olmuştur: Krallığın en yakın eyaletleri.. Ancak Telipinu, ilk kralların “denizi sınır yaptıklarını” ileri sürmüş, bu da, karallığının ilk altı yılındaki olayları anlatan Hattuşili’nin kendi yıllıklarıyla doğrulanmıştır.

Yıllıklarının ikincisinde Hattuşuli’nin kuzey Suriye’ye ulaşmış olduğunu ve “Alalah” adının (Orontes / Asi Irmağı/ üzerindeki Tell Açana) geçmekte olmduğunu görürüz. Buraya varmak için Kilikia’dan geçmiş, Amanos Dağları’nı aşmış olmalı. Dönüş yolu üzerinde yıkıp yağmaladığı Urşu kentinin, Karkamış’ın üstünde, orta Fırat bölgesinde olduğu düşünülmektedir. O zaman daha doğrudan yol tutmuş,Alalah’ın bağlı olduğu Yamhad’ı (bugünkü Halep) atlamıştır. Krallığın üçüncü yılında Hattuşili ordusunu güneybatıya doğru batı Anadolu’nun güçlü devleti Arzava üzerine sürmüş; o bu işle uğraşırken, önceki yıl ele geçirdiği toprakların büyük bir bölümüne, şimdi adı ilk kez geçen Hurriler girmiştir. Hurriler de Hititler gibi, İÖ ikinci bin başlarında doğu Anadoluya sızmış ve kuzey Mezopotamyaya girmiştir. Asur Kralları at yetiştiriciliğini burada Hurrilerden öğrenmiştir. Arzava’ya saldırmayı bırakan Hattuşili, Hurrilerin ilerlemesini durdurmanın yollarını aramış, eski sırılarını yeniden çizinceye değin de aradan iki yıl daha geçmkiştir. Bunadn sonra Hattuşili altıncı ve son yılını, Hurrileri  birleşik olarak yanlarına alan Halep kenti yöneticileriylle sonuçsuz savaşlarla geçirmiş ve bu savaşların sonunda da ağır yaralı olarak eskiden oturduğu Kussara kentine dönmüştür.

     Böyle bir durumda, doğaldır ki, Hattuşili’nin vasiyetinin konusu büyük ölçüde kendisinden sonra kral olacak kişiyle ilgilidir. Hattuşili, yerine geçmesi kararlaştırılmış olan yeğeninin karakterinde kusurlar görmüştü; ona göre bunun sorumlusu kendi oğlunu yetiştiren kızkardeşiydi. Bu nedenle yeğeninin taht talebinin geri çevrilmesine, onun yerine tornu Murşili’nin kral olmasına karar verdi. İki dille tablette, kralın kararında haklı olduğunu gösterme girişimi oldukça fazla yer tutmaktadır. yaşayan dillere sözcük sözcük çevrildiğinde metinlerin çok basit bir dili olmasına karşın, insani yanları dikkati çekmektedir. Metnin bir parçasının çeviri bunu gösterecektir:

“Kral olan ben, onu divanıma çağırttım ve dedim ki: “ Bak, ileride kimse kızkardeşinin oğlunu kendi çocuklarıyla birlikte büyütmeyecek.” Kralın sözünü dinlemedi de anası olacak yılanın sözünü dinledi.... Yeter! Artık benim oğlum değil.” Bunun üzerine anası inek gibi böğürdü: “ Bedenimden canlı canlı rahmimim koparıp aldılar. Onu yıkıma uğrattılar ve sen onu öldüreceksin.” Ama kral olan ben hiç kötülük ettim mi?”

Hattuşili sonra bu konuyu bırakıp, uyruklarına son bir kez uyarıda bulunurken şu sözleri söyler: “... tanrılara boyun eğerek hizmet edecekiniz. Ekmek ve şarap, etli çorba ve bulgur verdikleri törenlere katılınız..”

     Murşili, iyi bir seçim olmuş gibi görünüyor. Murşili’nin ilk işi, dedesine olan bağlılılğının sonucu, Halep’te hesaplaşmak oldu. Bir Hurri ordusunun kesin yenilgiye uğratılmasından sonra, başarısından yüreklenen Murşili, doğuya Fırat’a ve ötesindeki zengin topraklara yürüdü. Mezopotamya o sırada Babil’in Birinci Hanedanının büyük Amorit krallarının egemenliğinde birleşmiş durumdaydı; ama yine de birliğin, atları ve savaş arabalarıyla kuzeyden gelen güçlü istilacıların saldırılarına karşı koyamayacak ölçüde zayıf olduğu görüldü. Babil, düştü. İÖ 1595 yılında Samsu- Ditana’nın ölmesiyle Amorit hanedanı sona erdi.Ama şimdi Hititlerin ulaşım hatları ve çok genç olan devletin siyasal olanakları gerçekten güçlerinin üstünde bir denemeden geçmişti. Kendilerini birden debdebeyle, lüksle sarılmış dünya uygarlığının böylesine büyük ve seçkin bir merkezinde, Hammurabi’nin Babil’inin efendileri olarak bulmak bu basit dağ adamlarını şaşırtmış olsa gerek. Öte yandan olağanüstü utkularının meyvelerini toplayacak durumda da değillerdi. Murşilli’nin uzun süren yokluğundan kaynaklanan siyasal sıkıntı söylentileri onu çabucak başkente dönmek zorunda bıraktı ve orada tahtta hak iddia eden Hantili, onu öldürdü.

Hititler için Hantili’nin başa geçmesi yarım yüzyıl süren siyasal ve askeri felaketlerin başlangıcı oldu. Olaylar yalnızca Hititlerin güneyde ele geçirdikleri yerlerin ellerinden alınmasıyla kalmadı, krallığın istikrarıb da bozuldu. Hurriler Hititlerin elinden Kilikia’yla birlikte güneydeki topraklarını da aldılar.(Kilikia’nın adı bundan böyle Hitit metinlerinde Kizzavadna olarak anılacaktır). Arzava’nın saldırgan ve bağımsız olmasının ardından kuzeydeki düşman kabileler Kızılırmak yayına doğru baskı yaptılar. Hititler kendilerine yönelik bu tehditten Telipinu sayesinde kurtuldular. Telipinu yetenekli ve karalı bir kraldı ve öyle görünüyor ki, hem kendi otoritesini kurmakta hem de krallığının daralan sınırlarını istikrara kavuşturmakta başarılı oldu. Başarılarının arasında Kizzuvadna’yla yaptığı birleşiklik anlaşması da vardır ki, bununla Hititler Akdeniz’e çıkmayı bir kez daha sağlama almışlardır.

Telipinu, “İrade”sinde, tahta çıkmayı düzenleyen yasaları, bir kralın yerini başka bir kralın nasıl alacağını yeniden tanımladı. Bununla ilgili parçanın, bu kez serbest çevirisi şöyledir:

“.. soylular yeniden tahta bağlılıkta birleşmelidir. Kralın ya da oğullarından birinin davranışından hoşnut değillerse, bunu düzeltmek için yasal yollara başvurmalı, kendileri karar verip herhangi bir suç işlemekten kaçınmalıdırlar. Suç işleyenleri cezalandıracak en yüce mahkeme pankus ya da bütün yurttaşlar olmalıdır.

   O.R. Gurney, Pankus’la ilgili yorumunda ise şöyle demektedir:

   Kralın “Büyük Aile” adı verilen akrabasının ayrıcalıkları olduğu ve bu ayrıcalıkların sürekli olarak kötüye kulanıldığı açıktır. devletin en yüksek makamları genellikle onlara ayrılmıştır... Bu makam sahiplerinin çoğunun adı, saray kökenli olduklarını göstermektedir. Yüksek komuta yetkisinin bu makamlarla birlikte verildiğini düşünürsek ki verilmektedir, Hititlerde Saray’dan yönetimin uzun bir geçmişi olduğunu açıkça görürüz. Görünüşe göre, yüksek rütbeli görevlilerin başkanlık yaptığı Saray dairelerinin kendi memurları vardır. Ancak metinde geçen bir sınıf insanın hangi amirinin emrinde çalıştığını her zaman bilemiyoruz... Nitekim, Hattuşili’ nin toplantıya çağırdığı meclisin “pankusun savaşçıları ve amirleri”nin, daha sonra “savaşçılar, hizmetkarlar ve soylular” diye betimlendiğini görünce, bunlarla aynı sınıfların kastedildiğini ve bu sınıfların, devlet işleri açısından, yönetici topluluğunun tümünü oluşturduğunu açıkça görürüz.

.         Bu durum, Hititlerin ülkenin yerli halkının üstünde, dışa kapalı bir kast olduğu izlenimini destekler nitelikte görünmektedir. Gurney’in dediği gibi, kabul edilmelidir ki, “Anadolu’nun birbirinden bağımsız kent toplulukları.. Hattuşaş krallarının dehasıyla yavaş yavaş birleşerek kaynaşmış, ama gene de sonuna değin yerel meclislerini ve yerel haklarını korumuşlardır.”

(S. Lloyd,Türkiye Tarihi, TÜBİTAK, s: 33-36)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder